2013/7125

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

NECLA GÖKÇEK BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2013/7125)

 

Karar Tarihi: 20/4/2016

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

 

 

Başkan

:

Burhan ÜSTÜN

Üyeler

:

Erdal TERCAN

 

 

Hasan Tahsin GÖKCAN

 

 

Kadir ÖZKAYA

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

Raportör Yrd.

:

İsmail Emrah PERDECİOĞLU

Başvurucu

:

Necla GÖKÇEK

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, Türkiye İmar Bankası TAŞ'ın yetkisiz olarak devlet iç borçlanma senedi satışında devletin sorumluluğunun bulunması ve zararın tazmini için açılan davanın dava devam ederken çıkarılan kanuna dayanılarak reddedilmesi, bu kanunda öngörülen giderim yolunun zararları tam olarak karşılamaması ve ilgili davanın makul sürede sonuçlanmaması nedeniyle adil yargılanma ve mülkiyet haklarının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 12/9/2013 tarihinde Beykoz 2. Asliye Hukuk Mahkemesi vasıtasıylayapılmıştır. Başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde başvurunun Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir.

3. Birinci Bölüm İkinci Komisyonunca 28/11/2013 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

4. Bölüm tarafından 9/1/2014 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

5. Başvurunun bir örneği görüş için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü 28/2/2014 tarihinde Anayasa Mahkemesine sunmuştur.

6. Bakanlık tarafından Anayasa Mahkemesine sunulan görüş 13/3/2014 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu tarafından Bakanlığın görüşüne karşı beyanda bulunulmamıştır.

III. OLAYLAR VE OLGULAR

A. Olaylar

7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

8. Başvurucu, Türkiye İmar Bankası TAŞ'tan (Banka) 4/6/2003 tarihinde 31.400 TL işlem bedelli 18/2/2004 vadeli nominal değeri 42.117,10 TL olan devlet iç borçlanma senedi (DİBS) satın almıştır.

9. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) Bankanın, Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) tarafından 21/11/1990 tarihinde aracılık faaliyetlerinin durdurulmasına ve borsa üyelik belgesi iptal edilmiş olmasına rağmen çeşitli gazete ve televizyonlarda ilan ve reklamlar vererek bono ve tahvil piyasası işlemleri yapmaya devam ettiğini, çifte kayıt tuttuğunu ya da DİBS işlemlerini kayıtlarına yansıtmadığını, özellikle 2002 yılından sonra yoğun olarak müşterilere satılan DİBS’lerin neredeyse tamamının karşılıksız çıktığını ve açığa satılmış olduğunu tespit ederek 3/7/2003 tarihli ve 1085 sayılı karar ile 18/6/1999 tarihli ve 4389 sayılı mülga Bankalar Kanunu’nun 14. maddesinin 3 numaralı fıkrası uyarınca adı geçen Bankanın bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izinlerini kaldırmış; Bankanın yönetim ve denetimini de TMSF’ye intikal ettirmiştir.

10. Bu gelişmeler üzerine başvurucu, BDDK ve SPK'ya ayrı ayrı başvurarak ödediği meblağın iadesini istemiştir.

11. BDDK başvuruyu zımnen reddetmiş, SPK Başkanlığı ise el konulan söz konusu Bankanın devlet iç borçlanma senetlerini satış yetkisi olmaması nedeniyle bu senetlerin karşılıklarının ödenemeyeceğini başvurucuya 17/10/2003 tarihli ve 013253 sayılı yazısı ile bildirmiştir.

12. Başvurucunun senet karşılılıklarının ödenmemesine ilişkin işlemin iptali ve oluşan zararının tazmini amacıyla 22/12/2003 tarihinde Ankara 8. İdare Mahkemesinde açtığı davada 3/10/2006 tarihli ve E.2003/1920, K.2006/1975 sayılı kararla dava konu işlemin iptaline ve hizmet kusuru saptanan idarelerin işlem tutarı olan 31.399,98 TL’nin dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte başvurucuya ödemesine hükmedilmiştir.

13. Ankara 8. İdare Mahkemesinin bu kararına karşı iki taraf da temyiz kanun yoluna başvurmuş, dosya temyiz aşamasında iken yürürlüğe giren 24/5/2007 tarihli ve 5667 sayılı Bankacılık İşlemleri Yapma ve Mevduat Kabul Etme İzni Kaldırılan Türkiye İmar Bankası Türk Anonim Şirketince Devlet İç Borçlanma Senedi Satışı Adı Altında Toplanan Tutarların Ödenmesi Hakkında Kanun ve 13/7/2007 tarihli ve 2007/12398 sayılı Bankacılık İşlemleri Yapma ve Mevduat Kabul Etme İzni Kaldırılan Türkiye İmar Bankası Türk Anonim Şirketince Devlet İç Borçlanma Senedi Satışı Adı Altında Toplanan Tutarların Ödenmesine İlişkin Esas ve Usuller Hakkında Karar uyarınca başvurucu tarafından ilgili idareye müracaatta bulunularak ibraname imzalaması sonucunda başvurucuya iç borçlanma senedi karşılığı olarak 23/11/2007 tarihinde 40.245,04 TL ödeme yapılmıştır.

14. Danıştay 13. Dairesi 12/4/2010 tarihli ve E.2008/13934, K. 2010/3171 sayılı kararında, uyuşmazlığın 5667 sayılı Kanun ile 13/7/2007 tarihli ve 2007/12398 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı uyarınca ortaya çıkan yeni hukuki durum çerçevesinde sonuçlandırılması gerektiği gerekçesiyle yerel Mahkeme kararını bozmuştur.

15. Bozma kararına uyan Ankara 8. İdare Mahkemesi 19/7/2010 tarihli ve E.2010/1353, K.2010/1417 sayılı kararıyla yasal düzenleme ile giderilecek olan zararın tazmini istemiyle açılan davanın konusunun kalmadığı gerekçesiyle karar verilmesine yer olmadığına hükmetmiştir.

16. Başvurucu tarafından temyiz edilen karar, Danıştay 13. Dairesinin 14/10/2011 tarihli ve E.2010/4981, K. 2011/4455 sayılı ilamı ile onanmış; karar düzeltme talebi ise 4/7/2013 tarihli ve E.2012/1284, K. 2013/2051 sayılı ilamla reddedilmiştir.

17. Karar düzeltme talebinin reddine ilişkin ilam, başvurucuya 16/8/2013 tarihinde tebliğ edilmiştir.

18. Başvurucu 12/9/2013 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

B. İlgili Hukuk

19. 4389 sayılı mülga Kanun’un 10. ve 16. maddelerinin ilgili kısımları şöyledir:

 “Madde 10

 ...

 2. ...

 b) Tasarruf mevduatı, gerçek kişiler tarafından bu nam altında açtırılan ve ticari işlemlere konu olmayan mevduattır. ...

 

 3. 17.2.1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisinin rehinlere ve 22.4.1926 tarihli ve 818 sayılı Borçlar Kanununun alacağın devir ve temlikine ilişkin hükümleri ile diğer kanunların verdiği yetkiler ve koyduğu yükümlülükler saklı kalmak şartıyla, mevduat sahiplerinin mevduatlarını geri alma hakları hiçbir suretle sınırlandırılamaz. Mevduat sahibi ile banka arasında vade ve ihbar süresi hakkında kararlaştırılan şartlar saklıdır.”

 “Madde 16

 ...

 3. Fon, yönetim ve denetimi kendisine intikal eden bankada mevduat sahipleri ile diğer alacaklıların haklarını korumaya yönelik tedbirleri alır. Bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izni kaldırılan bankanın 17 nci maddede sayılan ilgililerinin mal, hak ve alacaklarına Fonun talebi üzerine mahkeme tarafından teminat şartı aranmaksızın ihtiyati tedbir veya ihtiyati haciz konulabilir. Bu şekilde alınan ihtiyati tedbir ve ihtiyati haciz kararları, karar tarihinden itibaren altı ay içinde dava ve icra-iflas takibine konu olmaz ise kendiliğinden ortadan kalkar. Bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izninin kaldırıldığı tarihten itibaren bankanın alacaklıları, alacaklarını temlik edemez veya bu sonucu doğurabilecek işlemleri yapamazlar. Fon, yönetim ve denetimi kendisine intikal eden bankadaki sigortalı mevduatı doğrudan veya ilan edeceği başka bir banka aracılığı ile ödeyerek, mevduat sahipleri yerine bankanın doğrudan doğruya iflasını ister. Bu görev ve yetki münhasıran Fona aittir. ...”

20. 5667 sayılı Kanun'un 1. maddesi şöyledir:

 “(1) Mülga 18/6/1999 tarihli ve 4389 sayılı Bankalar Kanununun 14 üncü maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulunun 3/7/2003 tarihli ve 1085 sayılı Kararı ile bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izni kaldırılan Türkiye İmar Bankası Türk Anonim Şirketi tarafından, Banka bünyesinde karşılığında Devlet iç borçlanma senedi bulunmamasına rağmen ikincil piyasada Devlet iç borçlanma senedi satışı adı altında toplanan tutarlar, başvuru halinde bu Kanunda belirlenen esaslar çerçevesinde Hazine Müsteşarlığınca ihraç edilecek özel tertip Devlet iç borçlanma senetleri kullanılmak suretiyle Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu aracılığıyla ödenir.

 (2) Bu Kanun uyarınca yapılacak ödemelerde; hak sahipliğinin tespitinde Müflis Türkiye İmar Bankası Türk Anonim Şirketinin kayıtları esas alınır. Hak sahiplerinden talep toplanması, talep toplamanın şekli ve süresi, hak sahipliğinin ispatında aranacak belgeler, ödemeye aracı olacak bankanın tespiti, nakden ve defaten yapılacak ödemenin şekli ve süresi ile kesinleşmiş idarî yargı kararlarına veya bu nitelikteki kararlara dayalı icra takiplerine ilişkin her türlü ödemeler, uygulanacak faiz oranı ile faizin başlangıç tarihi, hak sahiplerine yapılacak ödeme nedeniyle istenebilecek ibraname ve diğer belgelerin içeriği ile ödemelere ilişkin diğer usûl ve esaslar Bakanlar Kurulu tarafından belirlenir.

 (3) Bu Kanun kapsamında yapılacak ödemelerde, Türkiye İmar Bankası Türk Anonim Şirketine Devlet iç borçlanma senedi alımı amacıyla yatırılan tutarları ifade eden işlem tutarları esas alınır.”

21. 5667 sayılı Kanun’un 2. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:

 “(1) Devlet iç borçlanma senedi alımı amacıyla Türkiye İmar Bankası Türk Anonim Şirketine yatırılan tutarlar nedeniyle idarî yargı mercilerinde açılan davalar hakkında bu Kanun hükümleri uygulanır.”

22. 5667 sayılı Kanun'un 1. maddesine göre Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılan 13/7/2007 tarihli ve 2007/12398 sayılı Bankacılık İşlemleri Yapma ve Mevduat Kabul Etme İzni Kaldırılan Türkiye İmar Bankası Türk Anonim Şirketince Devlet İç Borçlanma Senedi Satışı Adı Altında Toplanan Tutarların Ödenmesine İlişkin Esas ve Usuller Hakkında Karar'ın (BKK) 1., 3. ve 4. maddelerinin ilgili kısımları şöyledir:

 "MADDE 1-

 (1) Bu Kararın amacı; bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izni kaldırılan Türkiye İmar Bankası Türk Anonim Şirketince Devlet iç borçlanma senedi satışı adı altında toplanan tutarların ödenmesine ilişkin esas ve usullerin düzenlenmesidir.”

“MADDE 3-

1) Banka tarafından toplanan işlem tutarları ve bu Kararın 4 üncü maddesinin altıncı fıkrası uyarınca işleyecek faizleri, bu Karar hükümlerine göre başvuran hak sahiplerine, ekte yer alan taahhütname ve ibraname ödeme sırasında Ödeme Bankası tarafından alınmak kaydıyla, Fon aracılığıyla ödenir. Fon tarafından, bu fıkra kapsamında aktarılan tutarlara ilişkin bilgiler yazılı ve elektronik ortamda BDDK, SPK ve Müsteşarlığa bildirilir.

(2) Bu Karar kapsamında kesinleşmiş idari yargı kararlarına dayanan her türlü ödemeler; hak sahiplerinin kesinleşme şerhli ilam ve aşağıdaki belgelerle birlikte BDDK ve SPK'ya ayrı ayrı yapacakları yazılı başvuru üzerine, anılan idarelerin Fona yapacakları ortak bildirimini müteakip, Fon tarafından ödeme tarihine kadar hesaplanacak faizleri ile birlikte Ödeme Bankasına altmış gün içinde aktarılır.

...”

"MADDE 4-

(1) 3 üncü maddenin birinci fıkrası kapsamında ödeme talep edenkişiler tarafından, bu Kararın yayımı tarihinden itibaren yirmi gün içinde, iadeli taahhütlüposta yolu ile veya özel şirketler aracılığıyla imza karşılığı teslim suretiyle Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu adına başvuru merkezi olarak belirlenen “Büyükdere Caddesi Bentekİşhanı No:47 K:1Mecidiyeköy 34387 Şişli – İstanbul” adresine başvurulur.

...

(6) Bu madde kapsamındaki ödemelerde anapara olarak işlem tutarı esas alınır. Söz konusu tutara, 19/1/2004 tarihinden bu maddenin birinci fıkrasında belirtilen başvuru süresinin son gününe kadar, Türkiye İstatistik Kurumunca bu maddenin birinci fıkrasında belirtilen başvuru süresinin son günü itibarıyla açıklanmış olan en son Tüketici Fiyat Endeks sayısının, tahakkuk dönemi başlangıç tarihinde açıklanmış en son Tüketici Fiyat Endeks sayısına bölünmesi ile bulunan oran üzerinden faiz tahakkuk ettirilir.

...

(10) Bu maddenin birinci fıkrasında yer alan yirmi günlük sürenin bitiminden sonra yapılacak başvurular ile süresi içerisinde yapılmış olmakla birlikte bu maddenin dördüncü fıkrası hükmü saklı kalmak kaydı ile evrakı eksik olan başvurulara ilişkin ödemeler, gecikmeli talebin Fona ulaştığı veya eksik bilgi ve belgelerin tamamlanarak Fona ulaştırıldığı tarihten itibaren altmış gün içinde Fon tarafından, altıncı fıkra çerçevesinde hak sahiplerine ödenmek üzere Ödeme Bankasına aktarılır."

IV. İNCELEME VE GEREKÇE

23. Mahkemenin 20/4/2016 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları

24. Başvurucu; ilgili idarelerin hizmet kusurları nedeniyleBankadan DİBS alımı sonucu zarara uğradığını, bu zararların giderilmesi için yapılan düzenlemeler olan 5667 sayılı Kanun ve 2007/12398 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı'nın zararını gidermede yetersiz kaldığını, idari yargıda açtığı hizmet kusuruna dayanan iptal davası devam ederken 5667 sayılı Kanun ve ilgili Bakanlar Kurulu Kararı gerekçe gösterilerek yargılama süreci sonlandırılarak yargılamaya müdahalede bulunulduğunu ve söz konusu yargılama sürecinin makul sürede sonuçlanmadığını belirterek adil yargılanma ve mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüş; maddi ve manevi tazminata hükmedilmesini talep etmiştir.

B. Değerlendirme

25. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16).

26. Başvurucunun, Bankanın yetkisiz DİBS satışı nedeniyle uğradığı zararın 5667 sayılı Kanun ve 13/7/2007 tarihli ve 2007/12398 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile öngörülen giderim yolunun zararını tamamen karşılamadığı iddiasının mülkiyet hakkının ihlali iddiası kapsamında; anılan düzenlemeler ile sürmekte olan yargılamaya müdahale edildiği iddiasının silahların eşitliği ilkesinin ihlali iddiası kapsamında ve yargılamanın uzun sürdüğü iddiasının makul sürede yargılanma hakkı kapsamında incelenmesi uygun görülmüştür.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

a. Mülkiyet Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

27. Başvurucu, yetkisiz DİBS satışı nedeniyle uğradığı zararın 5667 sayılı Kanun ve 13/7/2007 tarihli ve 2007/12398 sayılı Bakanlar Kurulu Kararında öngörülen giderim yolunda karşılanmaya çalışıldığını ancak bu yolun zararının tamamını karşılamada yetersiz kaldığını, zararın Ankara 8. İdare Mahkemesinin 3/10/2006 tarihli kararında (bkz. § 12) hükmedilen hesaplama ile karşılanması gerektiğini belirterek mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

28. Bakanlığın görüş yazısında 5667 sayılı Kanun ve ilgili Bakanlar Kurulu Kararı uyarınca başvurucuya anapara ile TEFE-TÜFE faizi eklenmek sureti ile toplam 40.245,04 TL ödeme yapıldığını, ayrıca ödeme karşılığında ibraname imzalatıldığını, bu bağlamda başvurucunun güncel ve kişisel bir hakkının ihlal edilip edilmediği hususunun Anayasa Mahkemesince yapılacak incelemede dikkate alınmasının uygun olacağını belirtmiştir.

29. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı herhangi bir beyanda bulunmamıştır.

30. Anayasa’nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:

 “Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir. ...”

31. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un “Bireysel başvuru hakkı” kenar başlıklı 45. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:

 “Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve buna ek Türkiye’nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir.”

32. 6216 sayılı Kanun’un “Bireysel başvuru hakkına sahip olanlar” kenar başlıklı 46. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:

 Bireysel başvuru ancak ihlale yol açtığı ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal nedeniyle güncel ve kişisel bir hakkı doğrudan etkilenenler tarafından yapılabilir.”

33. 6216 sayılı Kanun’un “Bireysel başvuru hakkına sahip olanlar” başlıklı 46. maddesinde kimlerin bireysel başvuru yapabileceği sayılmış olup, anılan maddenin (1) numaralı fıkrasına göre bir kişinin Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunabilmesi için üç temel ön koşulun birlikte bulunması gerekmektedir. Bu ön koşullar başvuruya konu edilen ve ihlale yol açtığı ileri sürülen kamu gücü eylem veya işleminden ya da ihmalinden dolayı başvurucunun “güncel bir hakkının ihlal edilmesi”, bu ihlalden dolayı kişinin “kişisel olarak” ve “doğrudan” etkilenmiş olması ve bunların sonucunda başvurucunun kendisinin “mağdur” olduğunu ileri sürmesi gerekir (Onur Doğanay, B. No: 2013/1977, 9/1/2014, § 42).

34. Bireysel başvuruda “mağdur” kavramı, davada menfaat veya dava ehliyeti kuralları gibi kurallardan bağımsız bir şekilde yorumlanmaktadır. Bu kavramın yorumu, günümüzde toplumun koşulları ışığında değişime tabi olup bu kavram aşırı biçimcilikten uzak bir şekilde uygulanmalıdır (Arman Mazman, B. No: 2013/1752, 26/6/2014, § 40).

35. Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bir hakkın ihlaline karar verilebilmesi için mağdurluk statüsünün ve/veya başvuruya konu olan kamu gücü kullanımına dayalı temel nedenlerin başvuru hakkında karar verileceği zamana kadar devam etmesi gerekir. Mağdurluk statüsünün devamı konusunda değerlendirme yapılırken başvurucunun şikâyet ettiği hususların hâlâ mevcut olup olmadığı ve muhtemel hak ihlalinin etkilerinin giderilip giderilmediği incelenmelidir (Arman Mazman, § 41).

36. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma ve tasarruf etme, onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir. Anayasa’ya göre bu hak mutlak bir hak olmayıp ancak kamu yararı amacıyla ve kanunla bu hakka sınırlama getirilebilir. (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, §§ 28, 32).

37. Anayasa’nın 35. maddesi ve (1) No.lu Protokol’ün 1. maddesi benzer düzenlemelerle mülkiyet hakkına yer vermiştir. Her iki düzenleme de üç kural ihtiva etmektedir. Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) ilk cümlesi herkese mülkünden barışçıl yararlanma hakkı verirken Anayasa daha geniş manada mülkiyet hakkını tanımaktadır. Düzenlemelerin ikinci cümleleri ise kişilerin hangi koşullarda mülkünden yoksun bırakılabileceğini ya da kişilere ait mülkiyetin hangi koşullarla sınırlandırılabileceğini hüküm altına almaktadır (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 46).

38. Her iki düzenlemenin üçüncü cümlelerinde ise mülkiyetin kullanımının kontrolü ya da düzenlenmesine ilişkindir. Anayasa’nın 35. maddesinin son fıkrası mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı şeklinde hakkın kullanımına ilişkin genel bir ilkeye yer verirken Sözleşme'ye Ek (1)No.lu Protokol'ün birinci maddesinin ikinci fıkrası devletlerin mülkiyeti kamu yararına düzenleme, vergiler ve diğer katkılar ile cezaların tahsili konusunda gerekli gördükleri yasaları uygulama konusundaki haklarını saklı tutarak taraf devletlerin genel yarara uygun olarak “mülkiyetin kullanımını kontrol” yetkisine sahip olduklarını düzenlemektedir. Bununla beraber Anayasa’nın birçok maddesi ilgili olduğu hususta devlete mülkiyetin kullanımının kontrolü ya da mülkiyeti düzenleme yetkisi vermektedir (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, § 47).

39. Mülkiyet hakkının gerçekten ve etkili bir şekilde kullanılabilmesi yalnızca devletin müdahaleden kaçınmasına bağlı olmayıp özellikle başvurucuların kamu makamlarından meşru beklentilerinin olduğu tedbirler ile mülkünden etkili bir biçimde yararlanabilmeleri arasında doğrudan bir bağ bulunduğu durumlarda ayrıca pozitif koruma önlemlerinin de alınması gerekmektedir (Öneryıldız/Türkiye, B. No: 48939/99, 30/11/2004, § 134).

40. Bu bağlamda devletin temel amaç ve görevlerini tanımlayan Anayasa’nın 5. maddesi kişinin temel hak ve hürriyetlerini sınırlayan engelleri kaldırmayı ve insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamayı hukuk devletinin gereği olarak kabul etmektedir. Bahsedilen Anayasa hükmünün gerekçesinde devletin hak ve hürriyetlerin gerçekleştirilmesine yardımcı olması gereğinin benimsendiği ifade edilmiştir. Anayasa’nın pek çok maddesinde düzenlemeye konu hakkın korunması ve gerçekleştirilmesi için devletin alacağı tedbirlerden bahsedilmektedir (Türkiye Emekliler Derneği, B. No: 2012/1035, 17/7/2014 § 38).

41. Bireylerin Anayasa ve Sözleşme'nin ortak koruma alanında bulunan temel haklara özel hukuk kişileri tarafından yapılan müdahaleler sonucu haklarının zarar gördüğü kimi durumlarda devlete atfedilebilecek sorumluluklar bulunabilir. Devletin bu tür haksız müdahalelere karşı bireylerin mülkiyet hakkının korunması için etkili iç hukuk yolları ihdas ederek yapılan müdahalelere karşı özellikle mahkemelere başvurmak suretiyle koruma talep edebilmelerini sağlaması ve yapılacak yargılamalarda özel kişilerin çatışan hakları arasında tercih yaparken mahkemelerce Anayasa'ya uygun yorumla temel hakların korunması gerekmektedir. Böylelikle devlet, etkili bir iç hukuk yolu ihdas ederek adalet ve hakkaniyete uygun bir yargılama ortamı oluşturarak üzerine düşen görevi yerine getirmiş olacaktır (Türkiye Emekliler Derneği, § 39).

42. Somut başvuruya konu davada başvurucuya elinde DİBS olmadan ve ikincil piyasada bunları satma yetkisi bulunmayan Banka tarafından karşılığında bedeli alınarak DİBS satışı gerçekleştirilmiştir. Satışı yapan ve başvurucuların zararına neden olan Banka bir özel hukuk tüzel kişisidir. Başvurucuyu mülkünden mahrum bırakan işlemin kamu gücü kullanılmasından kaynaklanmadığında bir şüphe bulunmamaktadır (Turgay Şen, B. No: 2013/6941, 6/1/2016, § 40).

43. Bununla birlikte Anayasa’nın 167. maddesinin ilk fıkrasında “Devlet, para, kredi, sermaye, mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı ve geliştirici tedbirleri alır; piyasalarda fiili veya anlaşma sonucu doğacak tekelleşme ve kartelleşmeyi önler.” denmektedir. 4389 sayılı mülga Kanun ve 19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu da bahsedilen Anayasa hükmü ile devlete verilen finansal piyasaların güven içinde çalışması ve tasarruf sahiplerinin haklarının korunması amacıyla çıkarılmıştır. Nitekim 5411 sayılı Kanun’un 1. maddesinde bu amaç “Bu Kanunun amacı, finansal piyasalarda güven ve istikrarın sağlanmasına, kredi sisteminin etkin bir şekilde çalışmasına, tasarruf sahiplerinin hak ve menfaatlerinin korunmasına ilişkin usûl ve esasları düzenlemektir.” şeklinde ifade edilmiştir. Bahsedilen Kanunlar ile birçok kanun bu amacı gerçekleştirmek için kamu kurumları (BDDK, TMSF ve SPK gibi) ihdas ederek finans piyasalarının güven ve istikrarını sağlama, tasarruf sahiplerinin haklarını koruma görevini bu kurumlar vasıtasıyla devlete yüklemiş ve bu amaçla mevduat sigortası gibi sistemler kabul etmiştir (Turgay Şen, § 41).

44. Mali piyasalarda faaliyet gösteren kurumların düzenlenmesi ve denetlenmesi devletin görevleri arasında yer almakta olup bu görevin yerine getirilmemesinde başta ilgili kamu kurumları olmak üzere kamu sorumluluğu bulunduğu açıktır. Bu çerçevede karşılığı olmayan DİBS satışı nedeniyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol kapsamında pozitif yükümlülüklerinin Mahkemece de tespit edildiği şekilde gereği gibi yerine getirilmediği anlaşılmaktadır.

45. Mülkiyeti sınırlamaya göre daha geniş takdir yetkisi veren düzenleme yetkisinin kullanımında da yasallık, meşruluk ve ölçülülük ilkelerinin gereklerinin karşılanması kural olarak aranmaktadır. Bunun yanında ölçülülük ilkesi gereği mülkiyetten yoksun bırakmada aranan tazminat ödeme yükümlülüğü, somut olayın koşullarına bağlı olarak düzenleme/kontrol yetkisinin kullanıldığı durumlarda gerekmeyebilmektedir ( Depalle/Fransa [BD], B. No: 34044/02, 29/3/2010, §§ 83, 84, 91).

46. BDDK’nın 3/7/2003 tarihli kararıyla Bankanın yönetim ve denetimi TMSF’ye devredildikten sonra Bankanın sahip olmadığı DİBS'leri mudilere sattığı belirlenmiş, bunun üzerine idari yargıda binlerce dava açılmıştır. Bu davalarda Mahkemelerin davacılar lehine verdiği kararların birinin Danıştay tarafından temyiz incelemesi Bankaya DİBS almak amacıyla yatırılan anaparanın dava tarihinden itibaren kanuni faizle ödenmesi sağlanacak şekilde sonuçlandırılmıştır (Turgay Şen, § 44).

47. Bankanın elinde DİBS olmadığı hâlde yaptığı satışların ciddi miktarlarda olduğunun tespit edilmesi ve bu durum binlerce dava açılmasına sebep olduktan sonra kanun koyucu bu davaların yargı yoluna gidilmeden veya yargı süreçlerin tamamlanması beklenmeden çözüme kavuşturulması ve ödenecek tazminatların finansmanını sağlamak amacıyla 5667 sayılı Kanun'la düzenleme yapmıştır.

48. 5667 sayılı Kanun’un 5. maddesiyle 28/3/2002 tarihli ve 4749 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun'a geçici 14. madde eklenerek TMSF tarafından yapılacak her türlü ödemenin gerçekleştirilebilmesi amacıyla Hazine Müsteşarlığınca TMSF’ye özel tertip devlet iç borçlanma senetleri ihraç yetkisi verilmiştir.

49. 5667 sayılı Kanun’un 1. maddesiyle ödemelerin TMSF tarafından yapılacağı, ödemelerde Bankaya yatırılan tutarların esas alınacağı, ödemelere ilişkin usul ve esasların BKK ile belirleneceği hüküm altına alınmış; 13/7/2007 tarihli BKK’nın 4. maddesiyle yürürlülük tarihinden itibaren ilgili belgelerle birlikte yirmi gün içinde başvurulması hâlinde hak sahiplerine ödeneceği, ödemelerde anaparaolarak işlem tutarının esas alınacağı, bu tutara tüketici fiyat endeksi oranında faiz uygulanacağı belirtilmiştir. Düzenlemenin 3. maddesinde ise başvuranhak sahiplerinden ödeme sırasında ödeme bankası tarafından taahhütname ve ibraname alınacağı ifade edilmiştir.

50. Ayrıca yetkisiz olarak DİBS satışı işlemleri ile ilişkili olarak görevi ihmal suçlamasıyla SPK yöneticileri hakkında açılan davada Ankara 24. Asliye Ceza Mahkemesi 18/10/2007 tarihli ve E.2004/624, K.2007/787 sayılı kararı ile davayı kabul ederek sanıklar hakkında verilen ceza hükmünün ertelenmesine karar vermiştir. Yine aynı konuyla ilgili olarak BDDK yöneticileri aleyhine aynı suçlamayla açılan davada ise Ankara 24. Asliye Ceza Mahkemesi 19/10/2006 tarihli ve E.2004/297, K.2006/840 sayılı kararı ile davayı kabul ederek sanıklar hakkında verilen ceza hükmünün ertelenmesine karar vermiştir.

51. Anayasa Mahkemesi Birinci Bölümünce incelenerek 6/1/2016 tarihinde karara bağlanan ve incelenmekte olan başvuru ile aynı şikâyetlerin ileri sürüldüğü Turgay Şen başvurusu kapsamında konu ile ilgili TMSF'den bilgi istenmiş cevaben sunulan 20/11/2015 tarihli yazıda 5667 sayılı Kanun kapsamında Bankanın karşılığı olmayan DİBS satışı nedeniyle Kanun'un yayım tarihinden 19/10/2015 tarihine kadar toplam 54 etapta 22.095 hesapta 26.140 işlem karşılığı 725.044.483,41 TL anapara olmak üzere 965.324.216,36TL ödeme yapıldığı, 2007/12398 sayılı BKK’nın 4. maddesinin onuncu fıkrasında geçen sürenin hak düşürücü süre olarak uygulanmadığı ve ilgili belgeler tamamlanarak başvurulması hâlinde altmış gün içinde ilgilisine ödeme yapıldığı hâlen bu kapsamda kendilerine başvurmayan doksan yedi hak sahibinin bulunduğu belirtilmiştir (Turgay Şen, § 49).

51. Somut başvuruya konu davada, başvurucunun karşılığı bulunmayan DİBS satışı nedeniyle DİBS'lerin 18/2/2004 günü vade tarihinde nominal bedelleri (vade tarihine kadar nemalanmış) karşılığı olan 42.117,10 TL'nin işletilecek faizi ile birlikte ödenmesi talebinde bulunduğu,Mahkemenin 3/10/2006 tarihli kararı ile DİBS'lerin işlem bedeli olan toplam 31.399,98 TL'nin dava tarihinden (22/12/2003) itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte BDDK ve SPK’dan yarı yarıya tahsil edilerek başvurucuya ödenmesine karar vermiştir. Karar temyiz aşamasında iken yürürlüğe giren 5667 sayılı Kanun'la TMSF’ye başvurulması hâlinde Bankaya DİBS almak amacıyla yatırılan bedelin işlem tarihinden ödeme tarihine kadar tüketici fiyatları endeksi uygulanarak ödeneceği hükmü getirildiğinden Danıştay 13. Dairesi karar verilmesine yer olmadığı gerekçesiyle İlk Derece Mahkemesi kararını bozmuş ve Mahkeme bozma kararına uymuş; bu karar da temyiz ve karar düzeltme aşamalarından geçerek 4/7/2013 tarihinde kesinleşmiştir. Bu arada başvurucu da 23/11/2007 tarihinde anılan Kanun kapsamında idareye başvurmuş ve kendisine ibraname imzalaması sonucunda iç borçlanma senedi karşılığı olarak 23/11/2007 tarihinde 40.245,04 TL ödeme yapılmıştır. Başvurucu kendisine ödeme yapılması ile birlikte Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunarak 5667 sayılı Kanun ile getirilen başvuru yolunun tüm zararlarını gidermediği gerekçesiyle ilgili yargılama süreci kesinleştikten sonra bireysel başvuruda bulunmuştur.

52. Başvurucu kendisine satıldığını kabul ettiği DİBS’lerin 3/10/2006 tarihli İlk Derece Mahkemesi kararında hükmedildiği gibi işlem tutarı olan 31.399,98 TL üzerinden dava tarihinden itibaren işletilecek faizi ile birlikte ödenmesini talep etmekte, 5667 sayılı Kanun ile getirilen giderim yolunun zararını karşılamada yetersiz kaldığını iddia etmektedir.

53. Başvurucunun söz konusu iddiası daha önce bir başka bireysel başvurunun konusu olarak Anayasa Mahkemesi Birinci Bölümünün 6/1/2006 tarihli kararında değerlendirilmiştir (Turgay Şen).

54. Anılan kararda başvurucunun takip ettiği yargılama sürecinin sonunda elde etmek istediği sonuç ile 5667 sayılı Kanun'da belirtilen giderim yoluna başvurması hâlinde elde edeceği sonuç arasında mağduriyetin giderilmesi yönünden ciddi bir farklılık bulunmadığı tespit edilmekle birlikte mali piyasalarda faaliyet gösteren kurumların düzenlenmesi ve denetlenmesinin devletin görevleri arasında yer aldığı belirtilmiş; ayrıca özel kişiler arasında sözleşmeden kaynaklanan başvuru konusu zararın Bankanın kötü niyetli yönetilmesi sonucu ortaya çıktığı, burada devletin sorumluluğunun pozitif yükümlülükler kapsamında bulunduğu ve özel kişiler arasında yapılan sözleşmede tarafların sözleşmenin yerine getirilmemesi nedeniyle oluşabilecek zarar riskinin taraflar üzerinde olduğu, daha düşük getirili ve daha düşük riskli sözleşme yerine daha yüksek getiri sağlayan daha yüksek riskli sözleşmeyi tercih edenlerin sorumluluğunun da gözönünde bulundurularak bir dengeleme yapılmasının mülkiyet hakkının ihlali anlamına gelmeyeceği ifade edilmiş; bu kapsamda daha önce karşılaşılmamış bir yolsuzluk tipi olarak ikincil piyasalarda satış yetkisi bulunmadan ve/veya elinde DİBS olmadan bireylere satış yapan Banka sahip ve yönetiminin sebep olduğu Bankaya el konmasını gerektirecek boyutta ciddi zararının ve Bankaya mevduat veya diğer finansman enstrümanları almak için yatırdıkları tasarrufları hileli işlemlerle ellerinden alınmış binlerce mudinin zararını gidererek, bankacılık sisteminin tekrar istikrar ve güvene kavuşturulması ile devam eden binlerce davanın yargısal yollar tüketilmeden gerek yargıya iş yükü olmasının ve gerekse zarara uğrayan mudilerin yargı külfetlerine katlanmasının önüne geçmeyi amaçlayan 5667 sayılı Kanun'la getirilen düzenlemenin öngörülen kamu yararı ile mudilerin mülkiyet hakları arasında sağlanması gereken adil dengeyi koruduğu sonucuna ulaşılmış; ayrıca 5667 sayılı Kanunla öngörülen başvuru yolunun mülkiyet hakkını, sorumluluğu büyük oranda devlette kabul ederek koruyan bir mekanizma olduğu, sorumluluklar arasında adil denge sağladığı, ekonominin gerektirdiği kamu yararı ile kişilerin mülkiyet hakkının korunması arasında adil dengeyi garanti altına aldığı, ilgili çözüm yolunun başvurucu üzerinde aşırı ve ağır bir yük oluşturmadığı, başvurucunun iddia ettiği gibi davası görülmeye devam etse dahi Danıştay içtihadının işlem bedelini kanuni faizle ödenmesi yönünde olduğu ve bu yönde bir karar ile ödenecek meblağın 5667 sayılı Kanun yoluyla yapılacak ödemeden ciddi manada farklı olmayacağı ifade edilerek anılan Kanun ile getirilen çözüm yolunun tüketilmesi gereken etkili bir yol olduğu hüküm altına alınmıştır (Turgay Şen, §§ 53 - 62).

55. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM); yetkisiz DİBS satışı nedeniyle 5667 sayılı Kanun yoluna başvurduktan sonra taahhütname ve ibraname imzalatılması ile zararlarının tam karşılanmamasından şikâyet eden başvuranların iddialarını başvuranların ödemeleri kabul etme konusunda devlet makamlarının baskısına maruz kalmadıklarını, temel amacı bankacılık sistemi ve mali sistemi desteklemek ve bankacılığın etkinliğini güvence altına almak, bankacılık sisteminin devamlılığı ile bu bankalarda hesapları olan kişilere yapılacak ödemeler arasında bir denge sağlamak olan müdahalenin meşru amacının bulunduğunu, 5667 sayılı Kanun'a ilişkin hükümler gereğince alacaklılar arasında adil yönetim sağlandığını ve ulusal ekonominin gerektirdiği genel yararın gerekleri ile kişilerin mülkiyet hakkının korunması arasında adil dengenin garanti altına alındığını ve müdahalenin başvuranlar üzerinde aşırı ve ağır bir yük oluşturmadığını değerlendirerek bu şikâyetler yönünden başvuruyu kabul edilemez bulmuştur (Erdem ve Egin-Erdem/Türkiye, B. No: 28431/06, 5559/07, 2642/08, 38143/68 ve 58227/08, 17/11/2009).

56. Bu kapsamda somut başvuruya konu şikâyet değerlendirildiğinde başvurucunun 5667 sayılı Kanun'da öngörülen yola başvurduğu ve kendisine 23/11/2007 tarihinde toplam 40.245,04 TL ödeme yapıldığı ve böylelikle başvurucunun mağduriyetinin ödeme tarihinde sona ermiş olduğu sonucuna varılmıştır.

57. Açıklanan nedenlerle, başvurucunun mülkiyet hakkına yönelik şikâyet yönünden mağdurluk statüsünü kaybettiği anlaşıldığından başvurunun diğer kabul edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin kişi yönünden yetkisizlik nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

b. Silahların Eşitliği İlkesinin İhlal Edildiğine İlişkin İddia

58. Adil yargılanma hakkının unsurlarından biri silahların eşitliği ilkesidir. Silahların eşitliği ilkesi, davanın taraflarının usule ilişkin haklar bakımından aynı koşullara tabi tutulması ve taraflardan birinin diğerine göre daha zayıf bir duruma düşürülmeksizin iddia ve savunmalarını makul bir şekilde mahkeme önünde dile getirme fırsatına sahip olması anlamına gelmektedir (Yaşasın Aslan, B. No: 2013/1134, 16/5/2013, § 32). Kural olarak başvurucular, davanın karşı tarafına tanınan bir avantajın kendisine zarar vermiş olduğunu veya bu durumdan olumsuz etkilendiğini ispat etmek zorunda değildir. Taraflardan birine tanınan, diğerine tanınmayan avantajın fiilen olumsuz bir sonuç doğurduğuna dair delil bulunmasa da silahların eşitliği ilkesi ihlal edilmiş sayılabilir (Hüseyin Sezen, B. No: 2013/1793, 18/9/2014, § 37).

59. Devletin -kendisi taraf olsun ya da olmasın- davanın taraflarından birini diğerine nazaran önemli ölçüde avantajlı hâle getiren kanuni düzenlemeler yapması, silahların eşitliği ilkesi ve dolayısıyla yargılamanın hakkaniyete uygun yürütülmesi kuralına aykırılık oluşturur. Bir başka ifadeyle yasama organının yargılamadaki taraflardan birinin lehine sonuç doğuracak şekilde kanun çıkarttığı durumlarda, davanın taraflarının eşit konumda olduğu söylenemez. Bunun için yargısal süreci etkilediği iddia edilen düzenlemenin taraflardan birinin davadaki başarı şansını önemli ölçüde azaltması, ortaya çıkan bu sonuç ile kanuni düzenleme arasında bir illiyet bağı bulunması ve bu illiyet bağını kesen veya zayıflatan başka etken ortaya çıkmamış olması gerekir (Zekiye Şanlı, B. No: 2012/931, 26/6/2014, § 72).

60. Somut başvuruya konu davada 5667 sayılı Kanun'un yürürlüğe girmesiyle başvurucunun davası ve benzer davalar hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar verilmiştir. Bu yönde kararın verilmesinin nedeni 5667 sayılı Kanun'un yeni bir idari başvuru yolu sunması ve devam eden davaların bu yolla çözümünü öngörmesidir.

61. Yukarıda anlatıldığı gibi 5667 sayılı Kanun'la öngörülen yeni başvuru yolu, yargı yoluna gerek kalmadan mudilerin haklarını korumayı amaçlamakta olup başvurucunun davası İlk Derece Mahkemesinde çıkan karar veya Danıştayın verdiği hükümle kesinleşmiş olsa elde edeceği bedele yakın bir bedeli yargı masrafları ve süreçlerine katlanmadan elde etmesini temin etmeyi amaçlamaktadır. Öngörülen bu yol, başvurucuyu ve diğer mudileri dezavantajlı duruma düşürme veya davanın esasını oluşturan tazminatı devlet lehine kaldırmayı amaçlayan bir düzenleme olmayıp dava konusu edilmiş bedeli (başvurucuların DİBS alımı işlemine konu ettikleri anapara miktarını) enflasyon farkı ilave ederek yargısal yollara gerek kalmaksızın pratik ve hızlı bir biçimde ödemeyi sağlamaktadır. Bu düzenlemenin kamu yararını sağlamanın yanında uzun yargısal süreçler ve talep fazlası için aleyhe hükmedilen vekâlet ücreti ve harçlar gibi yargı masraflarına katlanmadan sonuç almaya imkân verdiğinden başvurucu dâhil benzer durumda olan mudilerin de yararını sağlamaya yönelik olduğu açıktır. Nitekim 22.095 hesap sahibinin tamamına yakını bu yola başvurarak Bankaya yatırdığı bedeli enflasyon farkıyla birlikte tahsil etmiştir (Turgay Şen, § 66).

62. Açıklanan nedenlerle başvurucunun silahların eşitliği ilkesinin ihlal edildiği iddialarının diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

c. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

63. Başvurucunun makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği yönündeki şikâyeti açıkça dayanaktan yoksun olmadığı gibi bu şikâyet için diğer kabul edilemezlik nedenlerinden herhangi biri de bulunmamaktadır. Bu nedenle başvurunun bu bölümüne ilişkin olarak kabul edilebilirlik kararı verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

64. Başvurucu, Bankadan aldığı DİBS’lerinin karşılıksız olduğunun anlaşılması sonrasında 22/12/2003 tarihinde idari yargıda açtığı tam yargı davasının makul sürede sonuçlanmadığını belirterek adil yargılanma haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

65. Sözleşme'nin ortak koruma alanı dışında kalan bir hak ihlali iddiasını içeren başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi mümkün olmayıp (Onurhan Solmaz, B. No: 2012/1049, 26/3/2013, § 18), Sözleşme metni ile AİHM kararlarından ortaya çıkan ve adil yargılanma hakkının somut görünümleri olan alt ilke ve haklar, esasen Anayasa’nın 36. maddesinde yer verilen adil yargılanma hakkının da unsurlarıdır. Anayasa Mahkemesi de Anayasa’nın 36. maddesi uyarınca inceleme yaptığı birçok kararında, ilgili hükmü Sözleşme’nin 6. maddesi ve AİHM içtihadı ışığında yorumlamak suretiyle Sözleşme’nin lafzi içeriğinde yer alan ve AİHM içtihadıyla adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil edilen ilke ve haklara Anayasa’nın 36. maddesi kapsamında yer vermektedir. Somut başvurunun dayanağını oluşturan makul sürede yargılanma hakkı da yukarıda belirtilen ilkeler uyarınca adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil olup ayrıca davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğunu belirten Anayasa’nın 141. maddesinin de -Anayasa’nın bütünselliği ilkesi gereği- makul sürede yargılanma hakkının değerlendirilmesinde gözönünde bulundurulması gerektiği açıktır (Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, §§ 38, 39).

67. Davanın karmaşıklığı, yargılamanın kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun davanın hızla sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar, bir davanın süresinin makul olup olmadığının tespitinde gözönünde bulundurulması gereken kriterlerdir (Güher Ergun ve diğerleri, §§ 41-45).

68. Anayasa’nın 36. maddesi ve Sözleşme’nin 6. maddesi uyarınca medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin uyuşmazlıkların makul sürede karara bağlanması gerekir. Hukuk sisteminde yer alan mevzuat hükümleri gereğince “kamu hukuku” alanına dâhil olan ancak sonucu itibarıyla özel nitelikteki haklar ve yükümlülükler üzerinde belirleyici olan uyuşmazlıkları konu alan davalar da Anayasa’nın 36. maddesi ve Sözleşme’nin 6. maddesinin koruması kapsamına girmektedir. Bu anlamda belirtilen düzenlemelerde yer verilen güvenceler, başvurucunun haklarına zarar verdiği iddia edilen idari bir kararın iptali talebiyle açılan davalara da uygulanacaktır (Selahattin Akyıl, B. No: 2012/1198, 7/11/2013, § 44). Başvurucunun idareyi sorumlu tutarak açtığı tam yargı davasının medeni hak ve yükümlülükleri konu alan bir yargılama olduğu anlaşılmıştır.

69. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin makul süre değerlendirmesinde sürenin başlangıcı kural olarak uyuşmazlığı karara bağlayacak yargılama sürecinin işletilmeye başlandığı, başka bir deyişle davanın ikame edildiği tarih olmakla beraber bazı özel durumlarda girişimin niteliği gözönünde bulundurularak uyuşmazlığın ortaya çıktığı daha önceki bir tarih başlangıç tarihi olarak kabul edilebilmektedir (Selahattin Akyıl, § 45). Somut başvuru açısından benzer bir durum söz konusu olup makul süre değerlendirmesinde nazara alınacak zaman diliminin başlangıç tarihi, başvurucu tarafından idareye başvuru yapılan 12/12/2003'tür.

70. Sürenin bitiş tarihi ise çoğu zaman icra aşamasını da kapsayacak şekilde yargılamanın sona erme tarihidir (Güher Ergun ve diğerleri, § 52). Bu kapsamda somut yargılama faaliyeti açısından sürenin bitiş tarihinin, başvurucunun karar düzeltme talebinin Danıştay Onüçüncü Dairesince reddedildiği 4/7/2013 olduğu anlaşılmaktadır.

71. Başvuruya konu sürecin incelenmesindebaşvurucunun 12/12/2003 tarihinde idareye başvuruda bulunduğu ardından idari yargıda 22/12/2003 tarihinde açtığı tam yargı davası açtığı, İlk Derece Mahkemesi tarafından 3/10/2006 tarihinde davanın kısmen kabul edildiği, Danıştayın bozma kararı sonrasında ise 19/7/2010 tarihinde uyuşmazlığın karar verilmesine yer olmadığına şeklinde karara bağlandığı, başvurucunun bu karara karşı temyiz talebinin 14/10/2011 tarihinde, karar düzeltme talebinin ise 4/7/2013 tarihinde reddedildiği görülmüş ve bu sürecin yaklaşık on yılda tamamlandığı anlaşılmıştır.

72. İlgili yargılama evrakının incelenmesinden başvuruya konu yargılama süreçlerinin idari yargı makamları nezdinde sürdüğü görüldüğünden 18/6/1927 tarihli ve 1086 sayılı mülga Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ile 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama UsulüKanunu'nda yer alan usul hükümlerine tabi yargılama faaliyetlerinin söz konusu olduğu ve bu yargılama alanlarına dâhil uyuşmazlıkları konu alan yargılama faaliyetleri için geçerli genel usul hükümleri içeren kanunların muhtelif maddelerinin uyuşmazlıkların makul sürede çözümlenmesi gerekliliğini ortaya koyduğu anlaşılmaktadır.

73. Hukuk sistemimizde idari yargı alanında yer alan uyuşmazlıklara ilişkin dava sürelerinin makul yargılama süresini aştığı yönündeki tespitlere, AİHM tarafından verilen birçok ihlal kararında yer verilmiş olup özellikle idari yargı alanındaki yapısal sorunlar ve Danıştay nezdinde temyiz ve karar düzeltme incelemelerinde geçirilen uzun yargılama sürelerinin ihlal kararlarına temel oluşturduğu anlaşılmaktadır. Bu kapsamda idari yargı makamları nezdindeki yargılamaların makul sürede tamamlanmadığı yönündeki iddialar daha önce bireysel başvuru konusu yapılmış ve Anayasa Mahkemesi tarafından özellikle 2577 sayılı Kanun'da yer alan usul hükümleri de gözönünde bulundurularak makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği yönünde karar verilmiştir (Selahattin Akyıl, § 54-60).

74. Başvuruya konu davalarda yer alan kişi sayısı ve davaların mahiyeti nedeniyle icrası gereken usul işlemlerinin niteliği başvuruya konu yargılama süreçlerinin karmaşık olduğunu ortaya koymakla birlikte davalara bütün olarak bakıldığında 1086 sayılı mülga Kanun ve 2577 sayılı Kanun'da yer alan usul hükümlerine tabi yargılama süreçlerine ilişkin somut başvuru açısından farklı bir karar verilmesini gerektirecek bir yön bulunmadığı ve söz konusu yaklaşık on yıllık yargılama süresinde makul olmayan bir gecikmenin olduğu sonucuna varılmıştır.

75. Açıklanan nedenlerle başvurucunun Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanunun 50. Maddesi Yönünden

76. Başvurucu, mülkiyet hakkının ihlali nedeniyle hak ihlalleri dikkate alınmak suretiyle kendisine 5667 sayılı Kanun kapsamında yapılan ödemenin üzerinde zararını karşılamayan tutarın ödenmesi ile makul sürede yargılanma hakkının ihlali nedeniyle 10.000 TL tazminata hükmedilmesini talep etmiştir.

77. 6216 sayılı Kanun’un “Kararlar” kenar başlıklı 50. maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:

 “(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir. Ancak yerindelik denetimi yapılamaz, idari eylem ve işlem niteliğinde karar verilemez.

 Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”

78. Başvurucu, adil yargılanma ve mülkiyet haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüş; tazminata hükmedilmesi talebinde bulunmuştur.

79. Başvuru konusu olayda makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır.

80. Makul sürede yargılanma hakkının ihlali nedeniyle yalnızca ihlal tespitiyle giderilemeyecek olan manevi zararları karşılığında başvuruya talebi ile bağlı kalınarak net 10.000 TL manevi tazminat ödenmesine karar verilmesi gerekir.

81. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 198,35 TL harçtan yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

V. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. 1.Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kişi yönünden yetkisizlik nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,

2. Silahların eşitliği ilkesinin ihlal edildiğine ilişkin iddianın açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,

3. Makul sürede yargılanma hakkına ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Başvurucuya, net 10.000 TL manevi tazminat ÖDENMESİNE, başvurucunun diğer taleplerinin REDDİNE,

D. 198,35 TL harçtan oluşan yargılama giderlerinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE,

E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucuların Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığa GÖNDERİLMESİNE

20/4/2016 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.