2017/17839
TÜRKİYE CUMHURİYETİ |
ANAYASA MAHKEMESİ |
|
|
İKİNCİ BÖLÜM |
|
KARAR |
|
MÜMTAZER TÜRKÖNE BAŞVURUSU |
(Başvuru Numarası: 2017/17839) |
|
Karar Tarihi: 27/11/2019 |
R.G. Tarih ve Sayı: 10/1/2020 - 31004 |
|
İKİNCİ BÖLÜM |
|
KARAR |
Başkan |
: |
Recep KÖMÜRCÜ |
Üyeler |
: |
Engin YILDIRIM |
|
|
Celal Mümtaz AKINCI |
|
|
Rıdvan GÜLEÇ |
|
|
Recai AKYEL |
Raportör |
: |
Yusuf Enes KAYA |
Başvurucu |
: |
Mümtazer TÜRKÖNE |
Vekili |
: |
Av. Elvan KILIÇ |
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru; tutuklamanın hukuki olmaması, tutukluluğun makul süreyi aşması, soruşturma dosyasına erişimin kısıtlanması, tutukluluk incelemelerinin hâkim/mahkeme önüne çıkarılmaksızın yapılması, sulh ceza hâkimliklerinin bağımsız ve tarafsız olmaması, tutukluluğun gözden geçirilmesi kararlarının tebliğ edilmemesi ve tutukluluğa itirazın incelenmemesi, tutukluluğa etkili itiraz hakkının kullanılamaması nedenleriyle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının, mal varlığına tedbir konulması nedeniyle çeşitli anayasal hakların, ceza infaz kurumundaki kısıtlamalar nedeniyle haberleşme hürriyetinin, siyasetçilerin açıklamaları nedeniyle masumiyet karinesinin, gazetecilik faaliyeti ve ifade özgürlüğü kapsamındaki eylemlerin tutuklamaya konu edilmesi nedeniyle de ifade ve basın özgürlüklerinin ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 28/3/2017 tarihinde yapılmıştır.
3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.
4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir.
7. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı beyanlarını Anayasa Mahkemesine sunmuştur.
III. OLAY VE OLGULAR
8. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) aracılığıyla erişilen bilgi ve belgeler çerçevesinde olaylar özetle şöyledir:
9. Başvurucu; kamuoyunca bilinen bir gazeteci, yazar ve akademisyendir.
10. Türkiye 15 Temmuz 2016 gecesi askerî bir darbe teşebbüsüyle karşı karşıya kalmış, bu nedenle 21/7/2016 tarihinde ülke genelinde olağanüstü hâl ilan edilmesine karar verilmiştir. Kamu makamları ve soruşturma mercileri -olgusal temellere dayanarak- bu teşebbüsün arkasında Türkiye'de uzun yıllardır faaliyetlerine devam eden ve son yıllarda Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) ve/veya Paralel Devlet Yapılanması (PDY) olarak isimlendirilen bir yapılanmanın olduğunu değerlendirmişlerdir (Aydın Yavuz ve diğerleri [GK], B. No: 2016/22169, 20/6/2017, §§ 12-25).
11. Bu kapsamda FETÖ/PDY'nin kamu kurumlarındaki eğitim, sağlık, ticaret, sivil toplum ve medya gibi farklı alanlardaki yapılanmalarına yönelik ülke genelinde soruşturmalar yapılmış; çok sayıda kişi hakkında gözaltı ve tutuklama tedbirleri uygulanmıştır.
12. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başvurucunun da aralarında bulunduğu ve çoğunluğu gazeteci, yazar ve akademisyen olan şüpheliler hakkında FETÖ/PDY'nin medya yapılanmasıyla bağlantılı olarak soruşturma başlatılmıştır.
13. Başvurucu, anılan soruşturma kapsamında 27/7/2016 tarihinde gözaltına alınmıştır.
14. Başvurucunun ifadesi 2/8/2016 tarihinde İstanbul İl Emniyet Müdürlüğünde alınmıştır. İfade alma işlemi sırasında başvurucunun müdafii de hazır bulunmuştur. İfade tutanağında belirtildiğine göre ifade alma işlemi öncesinde, isnat edilen suçlar başvurucuya açıklanmıştır. İfadesine esas olmak üzere başvurucuya, darbe girişiminde bulunan FEFÖ/PDY'nin yapısının nasıl olduğu, örgütün yayın organlarında veya diğer alanlarda kendisine bir görev verilip verilmediği, herhangi bir internet sitesinde Fetullah Gülen'in yaptığı konuşmaları takip edip etmediği, örgütün hangi kademesinde ne tür görevler aldığı, sorumlu olduğu ya da emir aldığı kişilerin kim olduğu, örgütün medya organlarının yayın politikasının nasıl şekillendiği ve örgüt liderinin yayın organlarıyla irtibatının nasıl sağlandığı, örgüt lideriyle irtibatının bulunup bulunmadığı ve örgüt liderini ziyaret edip etmediği, darbe girişiminden önceden haberdar olup olmadığı, darbe girişiminde bulunan kişilerle ve Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) personeliyle bir irtibatının olup olmadığı sorulmuştur. Başvurucuya ayrıca 4/2/2016 ("Arınç Sarayı Sur'daki Tünellere Sokuyor" başlıklı) ve 5/2/2016 tarihli ("Dolmabahçe'de Sona Eren Neydi" başlıklı) yazılarıyla darbe girişimini meşru kılmaya çalışıp çalışmadığı sorulmuştur. Başvurucuya ayrıca "Devri Sabık Yaklaşırken", "Türkiye'nin Yeni Aktörleri" başlıklı yazılar, "İktidarın Kulpunu Nasıl Teslim Edecekler" başlıklı yazılarla darbe girişimini meşru kılmaya çalışıp çalışmadığı, bu yazıları kimlerden talimat alarak yazdığı, darbe girişiminden haberdar olup olmadığı, 17/25 Aralık soruşturmalarına ilişkin süreç sonrasında da Fetullah Gülen tarafından yönetildiği bilinen Zaman gazetesinde neden kalmaya ve örgütü desteklemeye devam ettiği sorulmuştur.
15. Başvurucu; ifadesinde, köşe yazarı olarak gazete yöneticilerinden ve dışarıdan herhangi bir talimat almadığını, yazılarını kendi iradesi ve görüşleri doğrultusunda yazdığını, "Devri Sabık Yaklaşırken" başlıklı yazısında iktidarı eleştirdiğini ancak darbeyi değil demokratik muhalefeti savunduğunu, 4/2/2016 ve 5/2/2016 tarihli yazılarının ise çözüm süreci sonunda gelen şehit haberlerine bir tepki niteliğinde olduğunu, bu yazılarında da demokratik çözüm arayışlarından yana olduğunu ifade ettiğini, Fetullah Gülen'in konuşması ile bu yazılar arasında zamansal olarak uyumsuzluk bulunduğunu ve onları anılan konuşmadan önce kaleme aldığını, yazısıyla bu konuşma arasında bir ilişki olmadığını, darbelere her zaman karşı olduğunu, suçlamaları kabul etmediğini belirtmiştir.
16. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 4/8/2016 tarihinde başvurucuyla birlikte on dört şüpheliyi tutuklanması talebiyle İstanbul 3. Sulh Ceza Hâkimliğine sevk etmiştir. Tutuklama talep yazısında "Şüphelilerin, terör örgütü FETÖ/PDY'nin yönetimindeki Feza Gazetecilik A.Ş. ve bu şirketlerle birlikte hareket eden örgüte ait diğer şirketlerde örgüt propagandası yapacak, terör örgütünü meşru gösterecek şekilde yayınlar yaptıkları, bu şirketlere olası kayyum atanması hususları göz önüne alınarak eylem ve fikir birliği içerisinde şirketin mal varlıklarını birbirlerine devrettikleri, örgüte ait şirketlerin mal varlıklarının suçta kullanılması nedeniyle müsaderesini önlemeye yönelik tedbirler aldıkları, gazete dergilerinde yazı yazanların örgütün işlediği suçları meşru göstermeye çalıştıkları, meşru gösterdikleri ve örgüte mali yönden mallarını korumaya yönelik faaliyetlerine destek oldukları, FETÖ/PDY'nin 15/07/2016 tarihinde meşru Türkiye Cumhuriyeti hükumetini devirmeye yönelik darbe girişimine kalktığı, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanını öldürmeye kalkıştığı, yüzlere vatandaşımızı şehit ettikleri, tanklar ile sivil vatandaşın araçları üzerinden geçerek acımasızca vatandaşlarımızı ezerek şehit ettiği, masun insanların vatanı ve bayrağını terör örgütü üyelerinden korumak için tankların önüne çıktığında keskin nişancılar ile tank ve tüfekler ile sivil vatandaşın üzerine hedef alarak ateş ettikleri, Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisini tarih boyunca hiç bir düşmanın dahi yapmadığı şekilde ilk defa bu örgütün bombaladığı, örgüt lideri Fetullah Gülen'in terör örgütü FETÖ/PDY'nin başarısız olması sonucu bunun mutluluğunu yaşayan kahraman Türk Vatandaşlarını 'ahmaklar' diye niteleyerek Türk Milletine hakaret ettiği, yabancı basın yayın organlarına çıkarak, adeta Türkiye'nin yabancı güçler tarafından işgal edilmesini istediği, şüphelilerinde bu örgüt lideri yönetimindeki kişinin istediği şekilde örgütün medya ayağını oluşturdukları, bu örgüt lideri ile eylem ve fikir birliği içerisinde hareket ettikleri, şüphelilerin üzerine atılı suçu işlediğine dair kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren olguların ve tutuklama nedeninin bulunduğu" gerekçesiyle tutuklanmalarına karar verilmesi istenmiştir.
17. Savcılığın talep yazısı, sorgu işlemi öncesinde İstanbul 4. Sulh Ceza Hâkimliği tarafından başvurucuya okunmuştur. Ayrıca sorgu tutanağında, başvurucuya isnat edilen suçların okunup anlatıldığı da belirtilmiştir. Bu sırada başvurucunun avukatı hazır bulunmuştur. Başvurucu, sorgu sırasında kolluk tarafından alınan ifadesini tekrar ettiğini belirtmiş ve ek olarak "Ben yaklaşık 30 yıldır siyaset biliminin çok geniş alanlarında yazılar yazan bir akademisyenim. Yayınlanmış 16 kitabım mevcuttur. Bu kitaplardan ikisi doğrudan darbeler hakkında yazılmıştır. Diğer kitaplarımda da eksiksiz ve istisnasız demokrasi müdafaası yapılmaktadır. Bu uzmanlık birikimiyle darbe tehditi konusunda toplumu cesaretlendirmek ve darbecileri caydırmak konusunda çok ciddi katkılarım olmuştur. Darbe günü sayın Cumhurbaşkanının halkı sokağa çağırması hem gazetede köşemde ve televizyon programlarında defaatle dile getirdiğim ve patenti bana ait olan bir tezdir. Bunu darbe konusu gündeme geldiği zamanda dile getirmiş ve tavsiyelerde bulunmuşumdur. Nitekim emniyette alınan ifademde kanıt dosyası olarak bana sunulan 5 makalenin hiçbirinde teşbih, mecaz, metafor ve hatta eşiğin aklına karpuz kabuğu düşürmek kabilinden darbe iması addedilecek tek kelime yoktur. Tersine hükumeti eleştirirken çözüm olarak dosyada yer alan her yazıda da demokratik çözümler, alternatifler, sandık ve seçim gösterilmiştir. Hükumete karşı eleştirilerim var ve bu eleştirilerim özellikle darbe konusundaki hassasiyetimden eleştiri özgürlüğünün geniş tutulmasının darbe iklimini de yok edeceğini bildiğim için sürdürdüm. Ben radikal hatta keskin addedilecek bir darbe karşıtıyım. Bunun tek bir istisnası yoktur. Nitekim darbe gecesi de meşru hükumetin yanında yer aldığımı belirten akabinde darbenin ihanet ve şerefsizlik olduğunu belirten twetler attım. Sonrasında da darbe tehditi devam ederken hükumeti destekleyen darbeyi lanetleyen ve bütün toplumun dikkatini ve darbe sonrası toplumu restore edecek bu travmanın geçmesini sağlayacak uyarılarda bulundum. Benim kadar radikal bir darbe karşıtının darbeci ithamına maruz kalmasını gördüğüm muamelenin ötesinde çok onur kırıcı buluyorum. Özellikle darbe gündemi sonrasında ülkenin duyduğu birlik beraberlik için çaba harcama zamanı varken şahsımın bilhassa uluslararası camia da 'iktidarı eleştirenler darbe karşıtı olarak tutuklanıyor' şeklinde aleyhe bir propagandaya konu edilmesinden ülkem ve milletim adına derin bir üzüntü duyarım. Fethullah Gülen örgütü ile herhangi bir bağlantım yoktur. Kendisini tanıyorum. Zaman gazetesinin onun kontrolünde olduğunu biliyorum. Kendisi ile 2006 ve 2011 yılında 2 defa görüştüm. Aramızda kayda değer bir görüşme olmadı. Yanımda da AK partili yöneticiler mevcuttu. En son darbe olayından sonra çoğunluk gibi ben de hayal kırıklığı yaşadım ve o camia ile birlikte olmaktan dolayı pişman oldum. Ben bir yazar olarak daha fazla okuyucuya ulaşmak amacıyla Türkiye'de trajı en yüksek gazete olan Zaman gazetesinde yazmayı tercih ettim. Esasında başkada yazı yazabileceğim gazete yoktur. Kişilik olarak muhalif bir yapım vardır. Benim hükümete karşı eleştirilerim demokrasinin ve özgürlüklerin genişleyip darbe teşebbüslerinin engellenmesi amacına yöneliktir. Gazetede yazdığım süre boyunca hangi konularda yazı yazacağım konusunda açıktan bir müdahale olmadı. Bazen farklı konularda yazmam için güncel olaylar hatırlatıldı ve tavsiye edildi. Yazdığım hiçbir yazıya müdahale edilmedi. Şahsen de gazetenin yayın politikası ile kendimi bağlı hissetmedim. Zaman zaman manşetlerde savunulan görüşlere aykırı yazılar yazdım. 2004 yılındaki Fethullah Gülen cemaatinin faaliyetlerinin sona erdirilmesine dair karar hakkında 2013 yılında aykırı görüşlerimi bildirdim ve MGK'nın o anki şartlarına göre karar aldığını ve Fethullah Gülen cemaatine herhangi bir olumsuz bir uygulamanın hükümet tarafından uygulanmadığını belirttim. Bu yazı gazetenin yayın politikasına aykırı bir yazıydı. Buna rağmen bu yazıya da müdahale edilmedi."şeklinde beyanda bulunmuştur.
18. İstanbul 3. Sulh Ceza Hâkimliğince 4/8/2016 tarihinde, başvurucunun silahlı terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüte yardım etme suçundan tutuklanmasına karar verilmiştir. Hâkimlik "... şüphelilerden Mümtazer Türköne'nin ... örgüt adına yayın yapan gazetede yazarlık yaptığı ve yazıları ile Fetö terör örgütünün amaçlarına hizmet etmek ... suretiyle örgüt üyesi olmamakla birlikte söz konusu örgüte yardım ettikleri kanaatine varılmıştır." şeklindeki değerlendirme ile başvurucu yönünden silahlı terör örgütüne üye olma suçunu işlediğine dair kuvvetli suç şüphesinin bulunduğu sonucuna varmıştır.
19. Kararın tutuklama koşullarına ilişkin kısmı şöyledir:
"...Yüklenen silahlı terör örgütüne üye olma ve silahlı terör örgütüne bilerek ve isteyerek yardım etme suçlarının kanunda öngörülen ceza miktarı, işlendiği iddia edilen suçun önemli ve ciddi sayılan katalog suçlardan olması nedeniyle tutuklama nedenin 'kanun gereğince' var sayılmıştır. Soruşturmanın henüz tamamlanmaması nedeniyle şüphelilerin delilleri yok etme, gizleme, tanıklar üzerinde baskı oluşturma şüphesinin bulunduğu, işin önemi, verilmesi beklenen ceza veya güvenlik önlemi değerlendirildiğinde, Türkiye CumhuriyetiAnayasasının 13. maddesindeifade olunan ‘ölçülülük’ ilkesi uyarınca, daha hafif koruma önlemi olanadli kontrol tedbiri uygulanmasının bu aşamadasoruşturmaya konu suç ve bu şüpheliler açısından ‘yetersiz’ kalacağı ve amaca hizmet etmeyeceği kanaatine varılarak şüpheliler ve müdafilerinin serbest bırakılma istemlerinin REDDİ ile ...5271 sayılı CMK’nın 100 ve devamı maddeleri uyarınca ayrı ayrı tutuklanmalarına ... [karar verildi.]"
20. İstanbul 1. Sulh Ceza Hâkimliğince 29/12/2016 tarihinde, dosya üzerinde yapılan inceleme sonucunda başvurucunun tutukluluk hâlinin devamına karar verilmiştir.
21. Başvurucunun bu karara yaptığı itiraz, İstanbul 1. Sulh Ceza Hâkimliğinin 27/2/2017 tarihli kararıyla reddedilmiştir. Bu kararın başvurucuya tebliğ edilip edilmediği belirlenememiştir.
22. Başvurucu 28/3/2017 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
23. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının 10/4/2017 tarihli iddianamesi ile başvurucunun anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etme, Türkiye Büyük Millet Meclisini (TBMM) ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme, Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme ve silahlı terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme suçlarını işlediğinden bahisle cezalandırılması istemiyle aynı yer ağır ceza mahkemesinde kamu davası açılmıştır.
24. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi 24/4/2017 tarihinde, iddianamenin kabulüne karar vermiş ve E.2017/112 sayılı dosya üzerinden kovuşturma aşaması başlamıştır.
25. İddianamede ilk olarak FETÖ/PDY'nin kuruluşu, amacı, yöntem ve stratejisi, hiyerarşik yapısı, istihbarat ağı, mali yapısı ve gelir kaynakları, silahlı gücü, emniyet ve yargı yapılanmasını kullanarak gerçekleştirdiği bazı yasa dışı faaliyetlere yönelik iddialara değinilmiştir. Sonrasında FETÖ/PDY'nin medyadaki yapılanmasına ve faaliyetlerine yer verilmiş; özellikle bu yapılanmanın, medya unsurlarının kamuoyunca bilinen isimleriyle Tahşiye, 17/25 Aralık, MİT tırları ve Selam-Tevhid-Kudüs Ordusu soruşturmalarına ilişkin etkilerine dair açıklamalar yapılmıştır.
26. Savcılık; başvurucunun da aralarında bulunduğu şüphelilerin FETÖ/PDY'nin medya gücünü oluşturduklarını, örgütün genel amacı doğrultusunda anayasal düzeni, TBMM'yi ve Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini ortadan kaldırmak için örgüt stratejisi ve hiyerarşisi içinde rollerini yerine getirerek üzerilerine atılı suçları işlediklerini ileri sürmüştür. Başvurucunun da aralarında bulunduğu şüpheliler yönünden Savcılık tarafından yapılan hukuki değerlendirmenin ilgili kısımları şöyledir:
"...
Şüpheliler Mümtazer Türköne., A.B., İ.K., A.T.A., M.Ü., Ş.A, N.U., L.S., O.K.C., ve İ.D.D. FETÖ-PDY medya organlarında görev yapan köşe yazarlarının; yazı başlıklarının ve yazılarından seçilen kısımların 'cımbızla çekilip' alınmadığı, konjonktürel ve tarihi perspektifle bakıldığında bu yazılardaki ifadelerin 'mecaz' ya da 'metafor' olarak izah edilemeyeceği, genel olarak operasyonların ve yargı sürecinin devam ettiği dönemlerde kaleme alınan yazılarda Hükümete sadece muhalefet yapılmadığı veya eleştiri yöneltilmediği; görünürde suç unsuruna rastlanılmayan yazılarında dahi basın ve ifade özgürlüğünün sınırlarını aşarak devlet yetkililerinin ve kurumlarının haklarını ihlal niteliğinde ifadeler kullandıkları ya da ön hazırlık niteliğinde yazılar yazdıkları; şüpheli yazarların genel itibariyle de süreç içerisinde böyle bir duruş sergiledikleri, basın ve ifade özgürlüğünün sınırlarını aşarak devlet yetkililerinin ve kurumlarının haklarını ihlal niteliğinde ifadeler kullanarak örgüt amacına hizmet ettikleri; ulusal güvenliği tehdit edebilecek, toplum huzurunu, toplumsal barışı ve asayişi bozabilecek beyanlarda bulundukları, askeri darbe çağrısında bulunmaktan çekinmedikleri, bu haliyle şüpheli yazarların gerek suç unsuru ihtiva ettiği tespit edilen yazılarıyla gerek tek başına suç unsuru olduğu belirlenememekle birlikte örgütsel hedef ve amacı tamamlayan yazılarla FETÖ-PDY terör örgütü hiyerarşisi içerisindeki görevlerini yerine getirdikleri,
...
Bu şekilde ... şüphelilerin FETÖ-PDY silahlı terör örgütünün medya gücünü oluşturdukları ... üzerlerine atılı suçları işledikleri anlaşılmıştır."
27. İddianamede, genelde suçlamalara konu olan gazete yazılarının yayın tarihlerine ve başlıklarına yer verilip bu yazıların hangi amaçla yazıldığına değinilmiştir. Başvurucu yönünden bu suçlamaların Zaman gazetesindeki yazılarına dayandırıldığı görülmektedir. Bu yazılara ve Savcılığın bunlara ilişkin iddianamedeki değerlendirmelerine aşağıda yer verilmiştir:
i. 23/12/2013 tarihli, "Gemi Hızla Su Alıyor" başlıklı yazının içeriği şöyledir:
"Kaptanın marifetinin fırtınalı denizde belli olması, Başbakan'ın sık kullandığı bir benzetme idi. Fırtına dehşetli, üstelik tam gövdeden bir torpil yemiş olan gemi hızla su alıyor. Siyasî maharetinin tam bu krizde hükmünü yürütmesi lâzım; ancak Başbakan kilitlenmiş görünüyor. Teşbihleri gerçeğe uygun yapalım. Su alan gemi Türkiye, hükümet değil. Bir hükümet gider, yenisi gelir. Ülkenin kayıplarını telafi etmek için millet bedel ödeyecek.
Başbakan, bütün siyasî kariyeri boyunca kendisine hiç yakıştırılmayacak bir hatada ayak diriyor. Zan altında bulunan Bakan, kendisini soruşturacak olan polisleri kıyma makinesinden geçiriyor. Çürük elmaları ayıklamak Başbakan'ın görevi; tersine onları yetkili pozisyonda tutmak çok ağır bir sorumluluk. Başbakan'ın savunma argümanlarının tamamı yanlış. 'Neden haber vermediler' tepkisi ile başlayan savunma hatası, aynı şekilde devam ediyor. Savcı emrinde soruşturma yürüten polislerin haber vermesi kanunen suç teşkil ediyordu. Doğrudan İçişleri Bakanı'nı hedef alan bir soruşturmayı, ona haber vermek hangi akla uyar? 'Dış mihraklar', 'kirli ittifak', 'devlet içinde çete' argümanlarının iki zayıf tarafı var. Birincisi, 11 yıldır devleti yöneten hükümet, ülkenin asayiş ve güvenliğini emanet ettiği polis kadrolarını 'çete' olmakla itham ediyor. O zaman biz kime güveneceğiz? İkincisinin hiç mazur görülecek bir tarafı yok: Velev ki yolsuzluk soruşturması dış mihrakların marifeti; o zaman yolsuzlukları sineye mi çekeceğiz? Dış mihrakların ve çetelerin teşhir ettiği yolsuzluklara sayılmaz mı diyeceğiz?
Bugün Resmi Gazete'de yer alan, Adli Kolluk Yönetmeliği'nde yapılan değişiklik, Başbakan'ın ilk gün 'amirlerine neden bilgi vermediler' eleştirisinin yanlışlığına ters bir delil. Yönetmelik değişiyor ve en üst amire bilgi verme zorunluluğu getiriliyor. Bu delil aynı zamanda kriz yöneten karargâhın ne kadar dağılmış vaziyette olduğunu gösteriyor. 'İçişleri Bakanı hakkında yürütülen soruşturmayı, içişleri bakanına haber verme zorunluluğu' anlamına gelen bu değişiklik, hukuk devletinin en temel rüknüne aykırı. CMK'da kapı gibi 157. madde var. Soruşturmalar gizli ve yönetmelik değişikliği ile 'soruşturmanın gizliliğini ihlal' suçu ortadan kalkmaz. CMK'ya göre savcının emrinde soruşturmada görev alan polis, en üst amire haber verdiği zaman suç işlemiş olur ve tutuklanmak üzere kendisini hakîmin karşısında bulur. Doğrusu da budur.
Gemi yalpalıyor. Kaptan sakin bir limana ilerlemek yerine fırtınanın tam merkezinde kalmakta ısrar ediyor. Doğrusu, kangren olan kolu kesip atmak. 'Soruşturma devam ediyor' diyerek, elinde güç bulunduranlar masumiyet karinesine sığınamaz. Tersine ellerindeki gücü, soruşturmanın selameti için kullandıklarını göstermeleri lazım. Doğal olanı, şaibeli bakanların anında görevden alınması ve aklanma iradesi sergilenmesiydi. Artık bu saatten sonra, rüşvet almakla itham edilen bir İçişleri Bakanı'nın emniyet teşkilatında yaptığı kıyımı kimse kolay kolay halka izah edemez.
Sert tartışmalar, sert kutuplaşmalar getiriyor. Taraf olmaya gerek yok; bu konu sadece haktan hukuktan yana olunacak bir durum. Sağduyu, gerçeğin ortaya çıkmasını emrediyor. Yolsuzluk yapan kulağından tutulacak ve cezasını çekecek; AK Parti varsa safralarından kurtulup yoluna devam etsin. Bu tartışmayı, parti aidiyetleri üzerinden sürdürmek ortak değerlerimize zarar verir. Rüşvet alındı mı? Yolsuzluk yapıldı mı? Bilmiyoruz. Adli kolluk yönetmeliği değişikliği gibi adımlar, Hükümet'in bu iddiaların üzerine gidilmesini engellemek için akla zarar işler yaptığını gösteriyor.
Türkiye 'ameliyat yapılan bir ülke' haline gelmemeli. 'Dış mihraklar, bakanlara rüşvet dağıtarak Türkiye'de ameliyat yaptılar' argümanını, 'rüşvet almasalardı ve bu operasyonu yaptırmasalardı' cevabı çürütmek için yeterli değil mi?
Hükümetin yaklaşımı, soruşturmanın ötesinde Türkiye'nin hassas dengelerini sarsan ilave bir faktöre dönüşüyor. Başbakan için doğru tek ölçü var: Bakanlarına veya partisine değil, yönettiği Türkiye'ye sahip çıkmak. Su alan gemi Türkiye çünkü."
ii. 24/12/2013 tarihli, "Başbakan Kaybettiği Savaşı Sürdürüyor" başlıklı yazının içeriği şöyledir:
"Sözleri zaten bir stratejiyi veya siyasî bir hesabı değil, öfke ve intikam duygularını yansıtıyor. 'Velev ki' Cemaat'i önce didik didik doğradı sonra da darmadağın etti. Eline ne geçer? Derdine çare olur mu? 11 yıllık iktidar gücünü ve halk nezdindeki karizmasını saplandığı bataklığı aşmak için tüketiyor. Sırtındaki ağır yükle bu badireyi geçmesi imkânsız.
Durumu özetleyen meşhur fıkrayı hatırlayalım. Başbakan halefine üç tane zarf bırakıp tembih ediyor: 'Çok zor durumda kaldığında sırasıyla aç'. Ekonomi berbat vaziyette ve hükümet sallanıyor. Yeni başbakan birinci zarfı açıyor ve çareyi okuyor: 'Muhalefeti suçla!' Durumu biraz toparlıyor ama bir zaman sonra muhalefetin baskısı dayanılmaz hale geliyor ve mecbur kalıp ikinci zarfı açıyor. Yine tek bir cümle: 'Dış mihrakları suçla.' Bir süre idare ettikten sonra bu sefer yolsuzluklar ayyuka çıkıyor, ahval berbat; ve çaresiz son zarfı açıyor. Zarfın içinde yine çok kısa bir not: 'Hemen halefine üç tane mektup bırak!'
Başbakanımız, henüz üçüncü zarfı açmadı; çünkü kaybettiği bir savaşı cansiperane şekilde sürdürmeye çalışıyor. Sözleri zaten bir stratejiyi veya siyasî bir hesabı değil, öfke ve intikam duygularını yansıtıyor. Velev ki Cemaat'i önce didik didik doğradı sonra da darmadağın etti. Eline ne geçer? Derdine çare olur mu? 11 yıllık iktidar gücünü ve halk nezdindeki karizmasını saplandığı bataklığı aşmak için tüketiyor. Sırtındaki ağır yükle bu badireyi geçmesi imkânsız. Safralardan kurtulmaya ise yanaşmıyor. Arkasındaki halk desteği nereye gider? Bu soru apayrı bir konu; ama önünde duran hukukun ördüğü yüksek duvarı aşmasına yetecek hiçbir araca sahip değil. Ortada çok ciddi bir yolsuzluk dosyası var ve Başbakan üstü kapalı olsa da durumu kabul ediyor. Sadece Cumhuriyet'in haberinde yer alan 'Teslim edilen para, peşkeş çekilen, devletin parası, milletin parası değildir' sözü kendisine aitse, aleni bir suç ikrarı. Devletin bankasının genel müdürünün, bakanların çocuklarının sanık olarak yer aldığı bir soruşturmanın ucu gelir milletin ve devletin hukukuna dayanır. Yargıya savaş açarken söylediği, 'Siz de böyle pırlanta, tertemiz değilsiniz. Bizim de bildiklerimiz var.' lafı, içinde iki suç barındırıyor. Birincisi, 'evet biz temiz değiliz' ikrarını; ikincisi ise başkalarına ait suçları şantaj amaçlı saklama itirafını.
Krizin henüz daha bir haftası geride kaldı. Hukuk yavaş işler ama sağlam işler. Başbakan, umutsuzca yağıp-gürleyerek sürdürdüğü savaşta 'hükmen' mağlup oldu. 'İmam-hatiplere bağıştan', 'barış sürecini sabote etme' argümanına, Halk Bankası'nın ekonomimiz için vazgeçilmez değerine kadar geliştirilen hiçbir gerekçe yolsuzluğu meşrû göstermeye yetmiyor. Hükümet kan kaybetmeye devam ediyor. Sadece vaziyete isim konulması zaman alacak.
Gidişatı anlamakta zorluk çekenlerin, zihni karışanların başvuracağı sağlam ölçüleri hatırlatalım. Bir tanesi, gazetemizin tirajında -bir kampanya yürütülmemesine rağmen- hızlı artış. Başbakan'ın Hocaefendi'ye karşı giriştiği polemik, onun gibi kendini kanıtlamış bir liderin ferasetine aykırı. 'Cemaat' bir siyasî parti değil, üstelik ahlakî-vicdanî bir prensibe dayanıyor. Üstelik bu savaşta 'Cemaatin' -'in'de yaşadıklarına göre- kaybedecek kaşaneleri yok. Siyasî iktidarlar, bir araya getirdikleri çıkar ortaklığı bitince dağılırlar. 'Cemaat' bir gönüllüler hareketi ve gücünü 'alma'ya değil 'verme'ye dayandırıyor. İktidar baskısı, böyle yapıları dağıtmaya yetmez, tam tersine güçlendirir. Cengiz Han, Yesevî Dergâhı'nın müridlerinin kellelerinden koca tepeler yaptı, yine de o mübarek ocağın ateşini söndüremedi. Yolsuzluk batağına saplanmış bir hükümet, evrensel boyut kazanmış böyle bir sivil-gönüllü hareketin neresini budayabilir? 'Budadı' diyelim, kendisine ne fayda sağlayabilir?
Hocaefendi, Başbakan'a çareyi gösteriyor: 'Aklan' diyor, 'vahdeti temin et, vifak ve ittifak yollarını araştır'. Başbakan ise, geçmişte darbecilere karşı sert duruşunu 'bir tek geri adım atmayacağız' diye bu sefer pamuk gibi insanlara karşı gösteriyor. Siyaseti çöküyor, itibarı darmadağın oluyor. Peşinen kaybettiği savaşı, ısrarla sürdürüyor. Adaletin terazisi artık başbakanın elinde değil; o da bir kefede tartılıyor ve hızla ağırlığı azalıyor."
iii. 29/12/2013 tarihli, "Yargı Başbakanın Siyasi Rakibi mi?" başlıklı yazının içeriği şöyledir:
"En son 'HSYK’yı kim yargılayacak?' diye kendi sorduğu soruya Başbakan, 'millet yargılayacak' cevabını verdiğine göre, zihnindeki 'yargı algısı'nda esaslı bir sorun olmalı. Başbakan’ın sürdürdüğü polemik, yargı erkine siyasî parti muamelesi yaptığını gösteriyor. Yargıyı, sandıkla tehdit ediyor. Yargı seçime mi girecek? Yargının yürüttüğü soruşturmayı, sandıkta halk mı karara bağlayacak?
Diyor ki: 'Ben şuna inanıyorum; ‘egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, egemenlik kayıtsız şartsız yargının değildir.' Başbakan’ın bu inancı yanlış. Üstelik yürütme erkinin başında olduğuna göre sahip olduğumuz demokratik-hukuk devletini tehlikeye atacak çapta büyük bir yanlış. Çünkü cümle içinde yer alan zıtlık, 'egemenlik' adı verilen gücün kendi içinde mevcut değil. Ayrıca bu iş bir inanç meselesi değil. Başbakanlar bir yargı soruşturması ile karşılaştıkları zaman egemenliği kendilerine göre yorumlamasınlar diye, bu prensip anayasaya çok açık bir şekilde yazılıyor. Nitekim bizim Anayasa’mızın 9. maddesi (6. maddede egemenliğin yetkili organlar eliyle kullanılacağını belirttikten sonra): 'Yargı yetkisi, Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır' hükmüyle, Başbakan’a çok açık cevap teşkil eden bir ifadeye yer veriyor. Evet, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Millet sahip olduğu egemenliği yetkili organlar eliyle kullanır. Bu yetkili organlar (Anayasa’da sıralandığı üzere): Yasama, yürütme ve yargıdır. Anayasa, kuvvetler ayrılığı prensibine göre bağımsız olan bu üç 'millî irade organı' arasında bir hiyerarşi olmadığını, yani birinin diğerine üstünlüğünün bulunmadığını 'Başlangıç' kısmında belirtir. Hepsinin üstünde yer alan tek güç Anayasa ve kanunlar yani hukuktur. Zaten bu prensibin işlediği, yani devlet adına kullanılan yetkilerin tamamının hukuka dayandığı devlet düzenine 'hukuk devleti' adı verilir. Hukuk denetimi yargıdan sorulduğuna göre, fiilen yargı 'millî irade'nin en tartışmasız iş gören organı olmaktadır.
Demek ki millî iradeyi tek başına Başbakan temsil etmiyor. O sadece yürütme erkinin başında bulunuyor. Parlamenter sistemde partisinin yasama organında çoğunluğu olduğu için, millî iradenin yasama kısmında da bir ağırlığı var. Yasama erki, iktidarı ve muhalefeti ile Parlamento’nun tamamına ait. Sonuçta hem yürütmede hem de yasamada Başbakan’ın yetkileri sınırsız değil. Yürütme olarak bazı yetkilerini Cumhurbaşkanı ile birlikte kullanıyor. Yasama organında da meselâ anayasa yapamıyor. Ve hepsinin üzerinde, kullandığı bütün yetkilerin hukuka uygun olması gerekiyor. İşte uygun olmadığı zaman devreye yargı erki giriyor. Onu dengeliyor. Yürütmenin (ve tabii yasamanın) yaptıklarının hukuka uygunluğunu denetleme yetkisi yargıya ait olduğu için, yargı erki her ikisinin de fiilen üstünde yer alıyor.
Bir de şu anda tartıştığımız konunun bir erkler çatışması olmadığını hatırlayalım. Yargı yürütmenin elindeki bir yetkiye el koymuyor. Sınırlarına tecavüz etmiyor. Sadece yürütme organının da içinde yer aldığı bir yolsuzluk soruşturması yürütüyor. Yürütme alenî olarak bu soruşturmayı engellemeye çalışıyor. Engellemek için adlî kolluğu hallaç pamuğu gibi atıp, işini yapamaz hale getiriyor. Savcının soruşturmayı yürütmesini engellemek için, adlî kolluğun üzerinde idarî denetim kuruyor; soruşturma başlar başlamaz Adlî Kolluk Yönetmeliği’ni değiştiriyor ve yargıya müdahale ediyor. Bu durumun neresi erkler çatışması? Yargının yürüttüğü soruşturmayı engellemek, bir yetki çatışması mı?
Başbakan yargı erkini doğrudan bir siyasî rakip statüsüne yerleştiriyor. Daha öteye geçip, ihanet retoriği ile siyasî bir savaş ilan ediyor. Yargıyı, yürüttüğü yolsuzluk soruşturması yüzünden 'ajan', 'çete' ilan ediyor. Yargı bir siyasi parti olmadığına göre, bu suçlamalara nasıl karşılık verecek? Tabii işini yaparak. Yargı, Başbakan aksini düşünse de seçimlere girmeyecek. Buna rağmen hepimiz adına millî iradeyi temsil etmeye ve suçluları yargılamaya devam edecek. Yargılarken sandıktan çıkan oya değil, delillere bakacaklar."
iv. 10/1/2014 tarihli, "Cumhurbaşkanı, Freni Patlayan Kamyonu Durdurabilir Mi?" başlıklı yazının içeriği şöyledir:
"Cumhurbaşkanı önceki gün Kara Harp Okulu'nda İngilizcesini de kullanmış: Check and balance. Demokratik hukuk devleti denge ve fren mekanizmaları ile işler. Gücün suistimalini ve keyfîliği önlemek, adil bir devlet düzenini, insan haklarını korumak için devlet iktidarını kullanan güçler arasında dengeler kurulur ve fren sistemi her daim devrede tutulur. Bir dizi tedbirin ve mekanizmanın en başında kuvvetler ayrılığı prensibi yer alır. Kuvvetler ayrılığı prensibi ile yargı, çoğunluğun iradesi yerine genel-ortak (millî) iradeye bağlanır. Böylece hukuk, devlet gücünü kullanan herkesin üzerinde egemen olur. Yürütme, yasama ve yargı hukukun üstünlüğü altında (rule of law) birbirini dengeler ve frenler. Denge ve fren mekanizmaları her şeyin üzerine hukuku egemen kılmakla sınırları tayin eder.
Bugün devlet, freni patlamış, balatalarını sıyırmış bir kamyon gibi son sürat yol alıyor. Direksiyonda Başbakan var ve bu koca kamyon girdiği bataklıktan çıkmak için önüne geleni ezip geçiyor. Bu badireyi geçse bile geride bir şey bırakmayacak ve sert bir kayaya toslayıp ülkeyi darmadağın edecek. Türkiye'nin istikrarını sürdürme yeteneği, artık Başbakan'ın irade ve inisiyatifinde değil; o sadece can derdinde. Dün zorlu engelleri aşarken kullandığı güç ve irade, yani 'sağlam liderliği', bugün sadece tahribatı büyütmeye yarıyor. 'Yolsuzluk yapmış olsa bile' kaydıyla, yaklaşmakta olan kaosun korkusu yüzünden hükümete destek verenler, kısa zamanda Başbakan'ın istikrarı sürdürme yeteneği kalmadığını anlayacaklar. Hükümet ne yaparsa yapsın, bu yolsuzluk dosyaları kapanmaz. Bataklık alanda yürüttüğü umutsuz kavga, sadece ülkenin daha fazla zarar görmesine yol açar.
Adli Kolluk Yönetmeliği'nin değiştirilmesi ile başlayan denge ve fren sorunu HSYK tasarısı ile büyüyerek devam ediyor. İzmir soruşturmasında, adli kolluk, savcıların talimatlarına uymadı. Operasyon başlar başlamaz adli kolluk sıfatı kazanan emniyet müdürlerinin görevden alınması, doğrudan soruşturmanın engellenmesi demek. Birilerinin suçlu olup olmadığından bahsetmiyoruz, kimseyi yargılamıyoruz. Soruşturma yapılamıyor; hukuk ve adalet adına daha vahim bir durum olabilir mi?
Hükümet hem yargıyı, hem de yargının uyguladığı hukuku, elindeki bütün araçları seferber ederek yok etmeye, böylece suçları yok hükmüne sokmaya çalışıyor. Hukuk ortadan kalkınca bu ülkede birlikte yaşayabilmek için bize ne kalacak? Tek çare var: Bu kamyonun durdurulması lâzım. Cumhurbaşkanı, sahip olduğu yetkileri kullanarak hiç olmazsa yan koltuğa geçebilir ve el frenini yavaş yavaş çekebilir; devrilmeden kamyonu yavaş yavaş durdurabilir. Onu şoför mahallinde görmek, yani inisiyatifi ele alması bile sükûneti temin etmek için çok etkili bir çare.
Cumhurbaşkanı'nın önceki gün Harp Okulu'nda söyledikleri, yargıyı kendisine bağlamaya kalkan Hükümet'i hedef alıyordu. Kuvvetler ayrılığı prensibini ve bu prensibe bağlı olarak herkesin yetki ve sorumluluklarının sınırlarını hatırlatması, yargı bağımsızlığını koruma çabası dışında yorumlanamaz. Cumhurbaşkanı'nın doğrudan Anayasa'dan kaynaklanan sembolik ama tam da bugünler için derin anlamlar taşıyan yetkileri var. Anayasa'nın 104. maddesi bugün ihtiyaç duyduğumuz bir görevi tanımlıyor: 'Cumhurbaşkanı, devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyeti'ni ve Türk milletinin birliğini temsil eder; Anayasa'nın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir' Cumhurbaşkanı, yürütme erkinin yargı erkini kendisine bağlama teşebbüsüne ve yargıya yönelik ağır saldırılarına 'devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetmek'adına müdahale edebilir.
Kriz zaten dolambaçlı yollardan geçip Cumhurbaşkanı'nın önüne geliyor. HSYK tasarısı, Cumhurbaşkanı'nın adil bir denge noktası oluşturması ve fren sistemini çalıştırması için bir fırsat. Bu kanun, önüne geldiği zaman sadece Meclis'e geri göndermekle yetinmeyecek, mutlaka anayasal görevini de ifa edecektir. Cumhurbaşkanı siyasî birikimi, mizacı ve üslubu ile de tam bugünler için bir kader adamı. Üstelik son çaremiz."
v. 31/1/2014 tarihli, "Paranın İktidarı" başlıklı yazının içeriği şöyledir:
"Hükümet kanadı yolsuzluk soruşturmalarını dört koldan karartmaya ve gündemden düşürmeye uğraşıyor. Muhtemelen soruşturmaları yürüttükleri için mağdur edilen polisler ve savcılar da ellerindeki kritik dokümanları sosyal medya aracılığıyla servis ediyor. 'Haramzadeler' isimli, sürekli kapatılan ama tekrar açılan bir Twitter hesabı bu belgeleri yayınlıyor. Yayınlanan metinler belli ki soruşturma dosyasına konmuş, yani resmî kontrolden geçmiş teknik takip raporları. Masumiyet karinesi herkes için geçerli; ancak kişileri suçlamak ve mahkûm etmek dışında, bu metinler -şayet doğru ise- içinde dönüp-durduğumuz ve çoğu zaman anlamakta güçlük çektiğimiz siyasî-ekonomik düzenin ne tür mekanizmalarla işlediğine dair çok sağlam ipuçları barındırıyor.
Öncelikle Başbakan'ın fiilî gücünü, devlet rantını dağıtma iktidarından aldığı anlaşılıyor. Devletten ihale alan işadamları, karşılığında Başbakan için gazete ve televizyon satın alıyor. Kılıçdaroğlu'nun sorduğu 'ATV ve Sabah'ın patronu Başbakan mı?' sorusunun cevabı, bu soruşturma dokümanlarında delilli-ispatlı bir şekilde var. Aynı kaynaktan, yani devlet rantından gelen 'hayır' paralarının sağladığı toplumsal iktidar gücü tasavvur edilemeyecek kadar büyük. Bir siyasî partinin, neredeyse sınırsız kaynak kullanarak toplumun yoksul kesimlerine para dağıtma imkânı, doğrudan 'millî irade yolsuzluğu' değil midir? İşadamları havuza yüzer milyon atarak, tam bir milyar değerindeki medya şirketini Başbakan'ın emrine amade kılıyor. Her türlü ihale, ruhsat gibi işlerden ve özellikle kent rantından kesilen yüzde on komisyonlarla devasa bir sosyal organizasyon vücuda getiriliyor. En tepede medya gücü, en aşağıda sosyal devletin yerine geçen hayırsever bir parti organizasyonu. Anayasanın Başbakan'a verdiği hukukî yetkiler mi, yoksa devlet rantı üzerinden oluşmuş bu denetimsiz fiilî iktidar mı? Sizce hangisi daha güçlü?
TÜSİAD Başkanı'nın Başbakan tarafından ihanetle suçlanmasına neden olan şikâyeti, Türkiye'deki iktidar sacayağının üçüncüsüne işaret ediyor. Başbakan'ın kullandığı devlet iktidarı, Janus'un iki yüzü gibi. Bir tarafta devlet rantı üzerinden zenginlik, öbür tarafta bu güce boyun eğmeyenlere ceza dağıtılıyor. Başbakan'ın medya patronu Aydın Doğan'a tehdidi, bu baskıların nasıl işlediğini göstermedi mi? 'İmar iznini, Şehircilik Bakanlığı verecek, Sarıgül'ün seçimi kazanması Aydın Doğan'ın otel yapmasına yetmeyecek.' Başbakan, sadece 'güç bende' demiş oluyor.
Soruşturma dosyalarında yer alan bu dokümanlarda devlet kayırmasına mazhar olan işadamları ile Başbakan arasındaki ilişkinin ne kadar laçka ve laubali olduğu görülüyor. Hükümet'in imtiyazlar verdiği bir işadamı grubu ile Başbakan arasında kurulan bu çok içli-dışlı ilişki, Türkiye'de işleyen iktidar düzeninin ana iskeletini oluşturuyor. Bu düzene siyaset literatüründe 'ahbap-çavuş (crony) kapitalizmi' adı veriliyor. Lisanslar, imtiyazlar, vergi muafiyetleri, rantlar ve her türlü devlet müdahalesi tamamen keyfi şekilde hükümetle kanka olmuş işadamları arasında paylaştırılıyor. Bu düzenin vazgeçilmez bir ön şartı var: Keyfiliğin mümkün olabilmesi için özellikle ekonomik kamu hukukunun belirsiz olması, yani doğrudan hukuksuzluk gerekiyor. Türkiye'de ihale kanununun bu kadar çok değişmesinin ve kent rantını vergiye bağlayan bir kanunun çıkartılmayışının sebebini bu ön şartta aramalısınız. A.D.nin arazisine verilecek emsali belirleyen açık bir kanun maddesi olsaydı, Başbakan bu işadamını tehdit edebilir miydi?
Yolsuzluk soruşturmaları, işte bu sağlam sacayağının tam ortasına 105'lik obüs mermisi gibi düştü. İktidar düzeneği içgüdüsel olarak tahribatı, kendisini var eden yöntemi kullanarak tamire çalışıyor: Hukuksuzluk üreterek. Yerine getirilmeyen mahkeme kararları, yargının Başbakan'a bağlanması ile ortadan kaldırılacak. Ancak düzenin hukuksuzluk üretme yeteneği kendisi ile birlikte çöktü. Bu yüzden hukuksuzluk, eninde sonunda davası görülecek suçların ve dosyaların sayısını artırmaktan başka bir işe yaramıyor. Yolsuzluk soruşturmaları, yürümeyen haliyle bile, paranın keyfi düzenine son verdi. Yeni düzen ancak sağlam bir hukukla tesis edilebilir."
vi. 3/3/2014 tarihli, "Adalet Elbette Yerini Bulur" başlıklı yazının içeriği şöyledir:
"Başbakan konuyu 'adalet yerini buldu” diye açıp 'hak yerini buldu' diye bitiriyor. Arada hüküm verdiği konu ise, Reza Zarrab ve bakan evlatlarının yer aldığı 17 Aralık sanıklarının serbest bırakılması. 'Hak yerini buldu' sözü doğru; ama adaletin çekingen yüzünü göstermesi için daha vakit var. Güç Başbakan’ın elinde olduğuna göre onun hakkına 'aslan payı' düşüyor. Meşhur hikâyedir: Aslan, karşısında tilki ve kurt birlikte yakaladıkları avı üçe ayırıp paylaştırıyor. 'İlk parça eşit pay sahibi olarak benim. İkincisi, kral olduğum için bana düşüyor. Üçüncü ise aranızda en güçlü olarak benim hakkım ve göz koyanı parçalarım.'
İktidar güçlü olduğu için, Başbakan 'aslan payı'nı alıyor ve böylece 'hak yerini' bulmuş oluyor. Kolay değil. Soruşturmayı yürütenler başta olmak üzere, 9 bin polis hallaç pamuğu gibi atılıyor. Savcılar görevden alınıyor, yerlerine yenileri atanıyor. Adli Kolluk Yönetmeliği’nden başlayarak, yargıyı Başbakan’a bağlayan kanunlar çıkartılıyor. Hükümet medyası, kapsamlı bir karartma uyguluyor. Bu kadar çabanın bir sonucu olmalı ve hak yerini bulmalı. Peki ya adalet?
Adaletin yerini bulması için, hakkın aslan payına uygun olarak dağıtılması yetmiyor. Güçlünün gücünü bir hak olarak ilan etmesi, iktidarı için yeterli değil. Bizim adalet duygumuzu da tatmin etmesi, yani bizim rızamızı alması lâzım. Rousseau’nun dediği gibi, hiçbir güç gücünü hak, boyun eğmeyi de ödev haline getirmedikçe iktidarda kalamaz. Bizler boyun eğecek miyiz? Mesele gelip tam burada düğümleniyor.
Bu tahliyelerin bizim adalet duygumuzda bir karşılığı var: Başbakan meşruiyetini hızla kaybediyor. Sandığı tek referans göstermekte haklı: Meşruiyetin biricik ölçüsü seçimler. 17 Aralık’tan sonra, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı ihtimali bütünüyle ortadan kalktı. Partisinin başında siyasete devam edebilir mi? Üç dönem şartını kaldırsa bile, hükümetin değil sadece partisinin başında kalabilir. AK Parti’nin bugün itibarıyla genel seçim oyları 2002 düzeyinin altına inmiş durumda. Yolsuzluk soruşturmalarını durdurmak için çabalarken devletin çivisini çıkarttılar. Dağılan parçaları bir araya getirmek ve istikrarı yeniden kurmak artık Başbakan’ın elindeki araçlarla mümkün değil. Hukukun ortak payda hüviyetini kaybettiği şartlarda istikrarı ve güven ortamını sürdürmek için her şeye yeniden başlamak gerekir.
Türkiye’nin gelip takıldığı bu dar boğaz aslında AK Parti’nin kurumsal kimliğinin değil, Erdoğan ve çevresindeki küçük bir azınlığın eseri. Dershaneleri kapatma teşebbüsüne, AK Parti içinden ne kadar büyük bir tepki geldiğini ve bu direncin Erdoğan’ın ısrarı ile aşıldığını hatırlayalım. Mevcut savaş, kişisel bir savaş olarak sürüyor. Ne kadar güçlü bir lider olursa olsun, AK Parti’nin kurumsal kişiliği ile Erdoğan’ı ayırdığınız zaman her şeyin rengi değişiyor. Erdoğan kazanamayacağı bir savaşa, hesap hatası yaparak girdi; şimdi kişiselleştirerek sürdürüyor. Böylece istikrarın kurucu aktörü olmaktan çıkıp, sürdürülmesi mümkün olmayan bir güvensizlik ortamının müsebbibine dönüşüyor. Savaşın kişisel niteliğini görmek için şu sorunun peşine düşmek yeterli: Bir siyasî parti, doğal seçmen tabanını oluşturan bir Cemaat’e karşı neden ölümüne bir savaş açar? Bir parti seçim kampanyasını, rakip partilere karşı değil de neden kendi seçmen kitlesine karşı yürütür? Kurumsal yapısı ve refleksleri ile bir siyasî parti, böyle bir hatayı nasıl yapar?
Başbakan, gücünü bir hak olarak kullanırken, asıl bu gücün kaynağı olan sandıktaki meşruiyetini kaybediyor. Son tahliyeler acaba AK Parti’ye ne kadar oy kaybettirdi dersiniz? Seçim meydanlarında AK Parti’nin adayları diğer partilerin adayları ile yarışıyor. Başbakan ise adaleti esir alarak ve 'siyasî olmayan' bir kavga yürüterek onlara köstek oluyor. Bu yanlışlık ne kadar sürebilir? Adalet elbette herkes için mutlaka eninde sonunda yerini bulacaktır."
vii. 14/3/2014 tarihli, "Yangınla Delil Yok Etmek" başlıklı yazının içeriği şöyledir:
"Berkin Elvan’ın cenazesinde kabaran kitlesel tepki, Türkiye’nin vardığı yerin bir özeti gibiydi. Niyazımız: Allah rahmet eylesin ve benzer acılar tekrarlanmasın. 15 yaşındaki bir delikanlının yürek burkan ölümü, gündelik telaşın ve çekişmelerin üzerine çıkmak ve geleceği kurtarmak için can simidi gibi sarılacağımız bir vesile olmalı. Burak Can’ın ki de öyle.
Doğru, önümüzde seçimler var. Sıcak gündemin her ayrıntısı, sandığı etkileme yeteneği ile ölçülüp-tartılıyor. Partiler rekabet ediyor ve gözleri başka bir şey görmüyor. Berkin’in bıraktığı izi takip ederek başka yolları denemeliyiz. 17 Aralık, siyasî rekabetin yeni bir kalıba döküldüğü tarih değil, bir iktidarın çöküşünün başlangıcı. Başbakan, kendi yol ve yöntemlerini kullanarak bir düzen inşa etmeye girişmiş. Mimarisini salt gücün ve iktidar hesabının oluşturduğu bir düzen. Kullandığı araçlar ise gayrimeşru. Bugüne kadar yolsuzluk, kanunsuzluk adıyla ortalığa dökülenlerin hepsi, bu düzenin yerle yeksan olmasını sağladı. Türkiye’nin 12 yılına hükmeden lider, kendi eseri olan bu düzenin yıkıntıları altında kaldı. Tekrar doğrulup ayağa kalkması ve Türkiye’ye işleyen yeni bir düzen kazandırması imkânsız. Hesapları yanlış çıktı ve kaybetti. Şimdi bu enkazın içinden Türkiye’yi harabeye çevirerek çıkmak istiyor. Gayrimeşru hesabının faturasını hepimize ödetmeye kalkıyor. 17 Aralık’ta toplumu bir arada tutan en önemli sermayemizi, birbirimize güvenimizi kaybettik. Erdoğan’ın toparlamak için yapabileceği hiçbir şey yok, çünkü bu güven kaybının müsebbibi kendisi. Enkazın üzerinden kalkmıyor, ortamın daha da çürümesine, kokmasına sebep oluyor. Yapabileceği başka hiçbir şey yok: Ortaya çıkan ayrık otunu gözlerden saklamak için orman yangını çıkarmaya davranıyor. Türkiye yangın yerine dönerse kendisinin ve şeriklerinin kurtulacağını düşünüyor. Deliller yok olacak, dikkat dehşet veren yangına çevrilecek. Başka çaresi yok. Erdoğan’ın kamplaştıran nefret dilini, habire düşman üreten söylemini başka türlü açıklayamazsınız. Ergenekoncular kimin marifetiyle ve neden çıktı? 'Millî orduya kumpas kuruldu' lafı üzerine kapsamlı bir strateji nasıl inşa edildi? Tek bir delil, tek bir dayanak olmadan Cemaat neden 'örgüte' dönüştü? İnsanların inançları, ahiretleri hangi kıstaslarla bu kadar ucuz sorgulanır oldu? Yargıyı kendine bağlamış, polisi şamar oğlanına çevirmiş bu kadar muktedir bir iktidar hangi pişkinlikle, 'paralel devlet' hayaleti üzerine bir yığın suç isnad edebildi? İcat ettiği günah keçilerinden şikâyet ederken, neden hiç muktedir olduğunu hatırlamadı? Bu kadar güç, bu kadar yolsuzluk ve bu kadar hukuksuzluktan sonra biçare mazlum rolünü hangi yüzle üstlendi?
Bütün bu soruların tek cevabı var: Çaresizlik. Muktedirlerin çaresizliği sadece kendilerini değil, çevrelerini de bitirir. Hırsızın cesareti de çaresizliğinin eseridir. Rezilane, pespaye bir cesaret; ama neticede pervasız bir cesaret. Yolsuzluk delillerini yok etmek için devlet arşivlerini, dolayısıyla hafızamızı küle çevirmeye azmetmiş bir iktidarla karşı karşıyayız. Allah hepimizi, yolsuzluğu örtmek için ülkeyi yangın yerine çevirmeye azmetmiş bu iktidardan korusun.
Seçime giderken yolsuzluklar hakkında hüküm vermek üzere bir seçimle karşı karşıya değiliz. Bu nefretin, bu düşmanlığın, bu fesadın, bu kundakçılığın kaynağını kurutmak zorundayız. Kaynağını kurutmak için tek yol var: Hükümet’in üzerine kâbus gibi çöken yolsuzlukların hakikatini ortaya çıkarmak. Ne kadar gecikirsek, ülke olarak ödeyeceğimiz bedel o kadar ağırlaşacak.
Devletin çivisi çıktı. Bırakın paralelini, gölgesine sığınacağınız, hakkınızı arayacağınız bir devlet otoritesi kaldığına inanıyor musunuz? Neden? Yolsuzluklara karartma uygulayanlar, devletin meşruiyetini de karanlığa gömdüler. Yolsuzluk iddiaları patlamasaydı, eli kanlı katiller bugün dışarıda olur muydu?
Hiç şüpheniz olmasın, Başbakan’ın nefret dili, katran gibi koyulaşacak. Toplumda biriken tepkiler boşalacak yer arayacak. Böylece yeteri kadar düşman bulunacak. Hepimize düşen: İnadına oyuna gelmemek ve hesap sormaktan ibaret. Etrafınızdaki yangın, delilleri yok etmek için."
- Savcılık, kamuoyunca 17-25 Aralık soruşturmaları olarak bilinen dönemde Zaman gazetesinde yazan köşe ve haber yazarlarının davaya müdahil olarak algı mühendisliğine katkıda bulunduğunu, başvurucunun da aynı kapsamda bu yazıları yazdığını ileri sürmüştür. Savcılık 24/12/2013 tarihli yazısıyla başvurucunun Başbakan’ın kaybettiği savaşı sürdürdüğünü ve FETÖ-PDY ile girdiği savaşı kaybettiğini ileri sürerek FETÖ-PDY’nin amacı doğrultusunda tavır geliştirdiğini belirtmiştir. Savcılık, bu yazısında başvurucunun "Hocaefendi" olarak nitelendirdiği FETÖ-PDY kurucu lideri Fetullah Gülen'in tavsiye ve çözüm önerilerini Başbakan'a ilettiğini ileri sürmüştür.
viii. 19/3/2015 tarihli, "Devri Sabık Yaklaşırken" başlıklı yazının içeriği şöyledir:
"Bir 'devr-i sabık' olacak mı? Mutlaka ve kaçınılmaz biçimde. Yeni Dönem’in rengi ve kişiliği, eski hesaplar görülürken oluşur.
Askerî vesayet dönemi nasıl Ergenekon, Balyoz fırtınaları ile kapandıysa, Erdoğan dönemi de, dava dosyaları ikmal edilerek tarihin kucağına öksüz bir çocuk gibi emanet edilecek. İnsanlar gibi iktidarlar da fani, neyse ki arada boşluk olmuyor; her iktidar sahibi koltuğunu başka bir iktidar sahibine bırakıyor. Dönemler de öyle.
17/25 Aralık dosyalarının üzerini örtmek Türkiye’ye çok pahalıya patladı. Sadece yargı erki, bağımsızlığını ve adalet dağıtma yeteneğini yitirmedi; hukukla birlikte ülkenin var olan siyasî-ekonomik düzeni de yerle bir oldu. Bugünün geçiş hükümeti, ekonomisini, temel siyasî sorunlarını, uluslararası ilişkilerini yönetemeyen bir yapı sergilemiyor mu? Türkiye açıkça yönetilemeyen bir ülke. Sebeplerle sonuçlar arasındaki ilişkiyi doğru kurmayı nasıl olsa 'devr-i sabık davaları' görülürken, ince detaylarına kadar öğrenme fırsatı bulacağız. İktidar suç bastırmak için hukuku alt-üst etmeseydi, düşmanlar icat etmek için cadı avı başlatmasaydı bugün büyüyen 'yönetim zaafları', 'kriz manzaraları' ortaya çıkar mıydı? Finans sistemindeki kırılganlığın 'Bank Asya’ya çökme operasyonunun' sonucu olduğunu görmek için bankacı olmaya gerek yok. Sermayenin dünyanın her yerinde aradığı güveni, Erdoğan’ın emrivakilerinde bulabilmesi mümkün müydü? Adalete güven, herhalde tarih boyunca bu kadar düşmemişti. Yargı bağımsız olsaydı, yargıçlık teminatı işleseydi her çeşit suçta böylesine patlama yaşanır mıydı? Yolsuzluklar soruşturulmasın diye taşlar bağlanınca bütün köpeklere gün doğdu. Bedelini hepimiz ödüyoruz. Yeni bir inşa süreci için enine boyuna devr-i sabık muhasebesine girişmek zorundayız.
Devr-i sabık, üç ana dava kapsamında gündem oluşturacak. İlki görülemeyen davaların kendisi; yani 17 Aralık’ın kapatılan, 25 Aralık’ın açılamayan soruşturmaları tamamlanacak ve eksiksiz bir şekilde adalet hükmünü ikmal edecek. İkincisi bu soruşturmaları kapatmak için işlenen suçların faillerinin yargılandığı dava olacak. 'Kanunsuz emir', 'konusu suç teşkil eden emi